131019098
19 Nisan 2024, Cuma

KADIN PORTRELERİ (7) - Leyla Karaca: “Yenilikçi ve üretkenseniz, her şey kendiliğinden güzelleşir!”

9 Eylül 2017, Cumartesi 06:44

     


‘Aliağa’nın Amazonları’ adlı yazı dizimizde bu hafta yaşamında radikal bir karar alarak Hollanda’dan Aliağa’ya yerleşen bir kadınla, Leyla Karaca ile sohbet ettik. Leyla bizlere iki ülke arasında sıkışan yaşamını her ikisinde de nasıl var olmaya çalıştığını anlattı.

Keyifli okumalar…

Öncelikle seni tanıyabilir miyiz?

Aslen Erzurum İspir doğumluyum. Ailenin üç çocuğundan en küçüğüyüm. Ben altı aylıkken babamın Hollanda’da iş bulması üzerine oraya taşınmışız. Basit, sade ve Anadolu insanının profilinde aile bireylerim vardı. Doğu Anadolu’dan göç etmiş bir işçi ailesiydik. Küçük bir ilçeden kalkıp Hollanda’ya gitmelerine rağmen bizleri açık fikirli büyüttüler. Kendi yaşadıkları zorlukları yaşamamızı istemediler.

Eğitim açısından çok imkanlara sahip olmasalar da bize çok destek oldular. Babam Türkçe’miz gelişsin diye gazete kupürlerini keser, bizlere okurdu. Disiplinli bir aile olmasına rağmen baskıcı değillerdi.

Ailenin en küçüğü olarak kendi başıma buyruk, sesini duyurmaya çalışan bir çocuktum. İlkokulu evimin karşısındaki okulda okudum. Mahallenin içerisinde çok hoş bir sokakta tüm yaşlıları tanıdığım bir yaşamın oldu. Yabancı olduğumuz için de dikkat çekerdik. Liseyi biraz daha uzakta okuduktan sonra Amsterdam Üniversitesi’nde İletişim Bölümü’nden mezun oldum.

Kültürler arası çatışmayı hissettin mi?

Dört yaşına kadar annemin dizinden ayrılmayan bir çocukmuşum. Çok korkakmışım… Okula gittikten sonra ise belli değişiklikler olmuş. Deyim yerindeyse frenler kopmuş. Duygu olarak ileriki yaşlarımda zorlandığım zamanlar oldu. Ama evin içerisinde belirli bir çerçevemiz vardı. Biz de iki kültürü bu çerçeve içerisinde harmanlamayı başardık. Batı kültürü ile Doğu Anadolu kültürü çok farklı olmasına rağmen ailem okumamızı ve yaptığımız işin en iyisini yapmak anlamında destekledi. Bu farklılık açıkçası bizim için bir kazanç oldu.

Ne kadar süre medya sektöründe çalıştın?

Üniversite bittikten sonra 2000-2007 yılları arasında Hollanda’nın ulusal bir kanalında çalıştım. İletişim okurken ışıltılı bir dünya olarak geliyordu bana. Büyük hayaller kuruyordum. Sonra 23 yaşında evlendim ve çok yorulduğumu fark ettim. Uzun saatler, yorucu bir tempo ile çalıştığım için nasıl devam edeceğimi düşünmeye başladım. Sektörde farklı alanlara kaydım. Dergi ve radyoda çalıştım. Yavaş yavaş uzaklaştım ve ben yapamayacağım dedim.

Burada yaşayan kadınların çalışma alanlarında yaşadığı zorlukları orada yaşadın mı?

O problem dünyanın her yerinde aynı. Belki derece olarak Türkiye’de daha yoğun olup Hollanda’da veyahut Avrupa’nın herhangi bir yerinde daha az yaşanıyor olabilir ama her kadın çalışma hayatında belli eşitsizliklerle karşılaşıyor. Özellikle medya sektöründe erkekler kural koyucu oluyorlar ve kadınların da bu kurallara uymasını bekliyorlar. Bu savaşı biz kadınlar olarak her zaman vereceğiz ama bu bizi yıldırmamalı.

Örneğin ben oranın seçim döneminde yerel bir medya raporu hazırlamıştım ve sürecin röportaj ayağını yürütüyordum. Seçime girecek olan işçi partisinden ‘Sen bizim hem program raporunu yaz hem de bu raporu basına yansıtmamıza yardımcı ol demişlerdi’. Rapora benim adım yerine programı yürüten beyefendinin adının yazılacağını öğrendiğim de ilk kırılma noktam oldu. O dünyanın dışarıdan görüldüğü gibi olmadığını fark ettim. Benim prensiplerime ters şekilde ilişkiler edinmemiz isteniyor. Para üzerine dayalı kuruluşlarda, bu sıkıntıları tüm kadınlar yaşıyor.

Nasıl İngilizce öğretmeni oldun?

İlk hamileliğim düşükle sonuçlanınca kendi içimde bir hayat var edebildiğimi fark ettim. Dışarıda benden beklenen Leyla’dan başka biri de olabileceğimi gördüm. Yorucu tempodan sıyrıldım. Bu esnada 2003 yılında ilk kızım dünyaya gelmişti. İngilizce öğretmenliği için fakülteye başvurduğumda ise ikinci kızıma 7 aylık hamileydim. İlk yazıldığım gün orada çalışan kadın bile demişti ‘sen buraya okumaya mı geliyorsun, doğum yapmayı mı?’ diye… Fakülteyi bitirdiğimde ise üçüncü kızıma hamileydim.

İnsan kendini tanıdıkça dışarının beklentilerinden sıyrılıp, toplumun baskılarından kurtularak kendisine dönmeye başlıyor ve bu sizi bir arayışa itiyor. Yenilikçi ve üretken bir insansanız eğer her şey kendiliğinden geliyor.

Üç kız çocuk annesi olmak zor mu?

Çocuklarıma farkında olmadan örnek oluyorumdur belki ama onları iyi bir birey olarak yetiştirmek amacım hep oldu. Çocuklarım bana ait değiller. Onlarda sorumluluklarım çerçevesinde kendini sorgulayan bir anne oldum.

Peki, Aliağa’ya nasıl geldin?

Benim en küçük amcam PETKİM’de çalışıyordu. Aliağalı biriyle evlendi. Babamların onun yönlendirmesiyle buraya yatırım yapmaları üzerine biz de her yaz Aliağa’ya tatillere gelmeye başladık.

Hollanda çok sakin, refah seviyesi yüksek, her şeyin belli bir düzende ilerlediği, bütün olumlu kavramları taşıyan bir ülke… Ama kendinizi bu ülkede yaşarken belli bir süre sonra makineleşmiş gibi hissediyorsunuz. Bir de tabii güneş yok. Kırk yaşıma geldiğimde çok büyük bir değişiklik istiyordum. Ben ruhumun bu sistematikten kurtulmasını istedim. Zaten Hollanda’da yabancılara bakış açıları da değişmişti. Daha fazla bunu hissetmek istemedim. Eşimi de ikna ederek Aliağa’ya yerleştim.

Türkiye’de sürekli akan bir enerji var ve sana sürekli ‘Kalk, hareket et!’ diyor. Tüm bu hareketlilik içerisinde özellikle Aliağa’ya taşındım. İzmir’in içine asla taşınmazdım. Aliağa’nın güneşli deniz kenarı ve sakin bir ilçe olması bu kararımda etkili oldu.

İki farklı coğrafyada kurduğun hayata ilişkin senin gözlemlerin neler?

Herkese tuhaf gelecek ama kendimi burada özgür hissediyorum. Çünkü insan gittiği her yere kendini götürüyor. Umarım bir gün Hollanda’nın kuralcılığının biraz daha azaldığı, Türkiye’nin de güzel enerjisinin doğru yönde aktığı günleri görebiliriz. Bu ikisinin sentezi çok güzel bir ülke olabilir. Buraya gelen arkadaşlarım bile Türkiye’yi görünce, kendi hayatlarında bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüyorlar. Güzel bir ülkemiz var.

Ülkede kadınlara ilişkin yaşananları nasıl değerlendiriyorsun?

Benim için bu çok tuhaf. Kendi kendime ülkede şizofrenik bir durum olduğunu düşünüyorum. Örneğin Felemenkçede ‘Canın sağolsun’ deyimi yok. Bu samimi ve fedakar deyim bizim dilimizde, bizim ülkemizde kullanılıyor. Ama bunun yanında aynı deyimi kullanan insanların çocuk istismarında bulunabildiklerini, kadınlara şiddet uygulayabildiklerini görüyorum. Bence bu bir çelişki ve bu kadar güzel değerleri üreten bir toplumsanız, diğer kötülükleri yapmamalısınız diye düşünüyorum. Hem birbirimize şartsız bir yardımlaşma içerisindeymişiz gibi davranıp hem bireysel ve bencil olabiliyoruz.

Aliağa’da yaşadığın zorluklar var mı?

Tabii burada belli zorluklar yaşıyorum. Örneğin Aliağa’da kadınlar gece dışarıya çıkmakta tedirginlik yaşıyorlar. Deniz kenarında belirli bir saatten sonra yürümek istemiyorum. Amsterdam’da belli yasal serbestlikler olmasına rağmen taşkınlıklar olmaz.

Aliağa’da kadınların belli imkanlara sahip olduğunu düşünüyor musun?

Ben kadınların birlikte her şeyi başarabileceğini düşünüyorum. Beklemektense, hadi yapalım demeyi tercih ediyorum. Türkiye’de kadınlarımızın sınırlarını hep başkaları belirliyor. Diyemiyoruz ki ‘bu benim sınırım’… Kadınlar içerisindeki cevheri kendileri ortaya çıkarmalı, kimse belli rolleri ve sınırları bize yüklememeli. Aliağa’da kadınlara yönelik birlikte üretebildiğimiz sanat ve emekle yoğrulmuş sosyal alanlar yaratılmalı diye düşünüyorum. Bir yerde kadınlar üretiyor ama bu üretim kurumsallaşmıyor. Birlikte üretebileceğimiz alanlar açabilmeliyiz diye düşünüyorum.

Aliağa’daki kadınlara söylemek istediğin nelerdir?

Öncelikle kendimizi sevelim isterim. İçimizdeki beni, ruhumuza neyin iyi geldiğini keşfedelim. Kalkıp hareket etmemiz gerekiyor. Bizi geriye çeken her şeyden uzak durmalıyız. Ben mutlu olursam geri kalan herkese de bu mutluluğu taşıyabilirim.

(EREN SARAN) 







 
Son Eklenen Haberler