6 Aralık 2024, Cuma

Oktay Volkan Alkaya: ‘Hiçbir zaman “çerezlik” hikayeler yazmadım’

22 Kasım 2024, Cuma 06:22

     


Yazar Oktay Volkan Alkaya ile kitaplarında yer verdiği, mitolojiyi, distopyayı, devlet yapıları ve toplum ilişkilerinin eserlerinde yer alışını, Türkiye’deki edebiyat ortamını ve dijitalleşmenin edebiyat üzerindeki etkilerini konuştuk. İyi okumalar.

Farklı türlerde eserler üretiyorsunuz. Fantastik, distopik ve toplumsal içerikli eserleriniz arasında geçiş yaparken nasıl bir yaklaşım izliyorsunuz?

Açıkçası kitapların içerikleri arasında geçiş yaparken izlediğim belli bir yaklaşım yok. Bugüne kadar geçen süreçte, kalemimin hangi tür için daha uygun olduğunu keşfetmek için kendime ayırdığım bir zamanı değerlendirdiğimi söyleyebilirim. Bu aynı zamanda hangi tür içerikleri üretirken eğlendiğimi de görmem için gerekli bir deneyim süreci. Yaklaşık 16 yıllık bir yolculuğun sonunda artık tarihi kurgu ve özellikle orta çağa dair hikayeler anlatmaktan keyif aldığımı görüyorum. Edebiyat alanında kendimi ait hissettiğim o yuvayı bulmuş gibiyim. Yaklaşımdan ziyade bir arayıştı benimkisi, aradığımı bulduğumu hissediyorum.

Mitoloji, devlet yapıları ve toplum ilişkileri gibi güçlü temalar eserlerinizde öne çıkıyor. Bu temaları işleme konusundaki yaklaşımınız nedir?

Hiçbir zaman “çerezlik” hikayeler yazmadım da düşlemedim de. Çerezlik kitapları okumayı seven ve bunu da çok kıymetli bulan biriyim. Ancak kendim bir şeyler yazarken düşündüğüm her ne varsa okura da düşündürmek isterim. Hikayelerim kompleks inşaat projeleri gibidir. Temel olarak bir alt metin olur. Bu alt metnin üstüne, anlatım tekniğini ve karakterleri yavaş yavaş oturtmaya başlarım ve sonunda hikaye tüm bunları bağlayan bir iskelet üstünde yükselir. Mitoloji ve teoloji benim üstünde çok durduğum temalardır çünkü inanç meselesi bıçak sırtı sorular üreten bir alan. Ben bu alanda sormaktan, sorgulamaktan büyük keyif alıyorum çünkü en derin yüzleşmeler buralardan çıkmakta. Devlet yapıları ve toplum ilişkileri ise bence her gün üstüne yeni düşünceler üretmek zorunda olduğumuz konular. Çünkü biz bu konular üstüne düşünüp, konuşmayı bıraktığımız için çözüm üretmekten aciz hale geldik. Bugün adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramların içinin boşaltıldığına şahit olmamızın en temel sebebi artık bu temaları bizim önümüze koyan sanatçılardan ve düşün insanlarından mahrum kalmamız. Bugün “genç yetişkin” içerikler olarak sunulan, sorunların bireyselleştirildiği metinleri okuyarak büyüyen nesillerin yarın çözüm üretme konusunda daha da beceriksiz olacağını düşünüyorum. Bu sebeple sorgulayan, araştırmaya ve düşünmeye yönelten temalara sıkı sıkıya tutunuyorum.

Edebiyat dünyasına adım atma hikayenizi bizimle paylaşır mısınız? Yazmaya nasıl başladınız ve sizi yazarlığa yönelten ana etkenler nelerdi?

Yazmayı ne kadar sevdiğimi daha yazmayı öğrendiğim anda anladım diyebilirim. Hikaye anlatmayı seven biri, hikaye anlatmadan duramaz. Ben kendimi bildim bileli hep hikayeler anlattım. Hiçkimseye anlatmasam bile kendi kendime anlattım. Günün birinde bir kitap yazacağımı hep biliyordum ama nasıl olacağını bilmiyordum. 2008 yılında ilk yazdığım roman polisiye türündeydi. Ahmet Ümit’in o dönem sıkı bir okuyucusuydum. Grangé ve Dan Brown gibi yazarların kitaplarından başımı kaldıramıyordum. Bu ilk kitap bana tüm eksiklerimi gösterdi aslında. En başta polisiye türünde yazmamam gerektiğini gösterdi. Anlatım dilimi, anlatım tekniğimi, kullandığım kelime havuzlarını, karakter ve kurgu inşalarımı objektif bir özeleştiriden geçirdim ve çok çalışmam gerektiğine karar verdim. Yaklaşık 9 sene hiçbir şey yazmadım. Sadece okudum ve çalıştım. Bu dönemde İhsan Oktay Anar, Hakan Günday ve Chuck Palahniuk favori yazarlarım oldu. Tür olarak distopyayı denemek istedim ve ortaya Tanrılar Çağı çıktı. Teknik ve içerik olarak beni tatmin eden bir eser olunca yazmaya devam ettim. Devletin Malı, tarihi kurgu türündeki ilk denemem oldu. İlk başta bir dizi projesi için kaleme alınmıştı ancak dizi iptal olunca kitap olarak okurlara sunmak istedim. O dönem çok sevdiğim kedim Rodos’u kaybettim ve onun adını yaşatma isteğim beni Kediler Cennete Gider gibi bir roman yazmaya itti. Bu aslında benim hiç hayal etmediğim bir türdü ama çok güzel geri dönüşleri oldu. Kitabın gelirlerini sokak hayvanları için bağışladım. Çok da bir şey kazandığım söylenemez elbette ancak ne kazanıldıysa sokaktaki canlara ulaştı. Kediler Cennete Gider sayesinde çok güzel insanlarla tanıştım. Bana bu kitap üzerinden ulaşan, sokaktaki hayvanlara yardım etmeme destek olan dostlar edindim. Hala bu kitabı okuyup bana ulaşan insanlar oluyor. Belki de hak ettiği değeri ıskalayan bir kitap oldu diyebilirim. Son olarak 2022 yılında Diyarın Kıyameti’ni yazmaya başlayıp tamamladığımda artık ne yazmak istediğimi keşfettim. Tarihi kurgu yazmak gerçekten bana evimdeymiş gibi hissettiriyor. Bu ancak bir yazarın anlayabileceği bir his.

Oktay Volkan Alkaya olarak kendinizi tanıtacak olsanız, hangi kelimeleri veya ifadeleri kullanırdınız?

Bu soruya nasıl cevap verirsem vereyim tarafsız olamayacağım. Kendimi eleştirsem, kendime haksızlık etmiş olduğumu söylüyor dostlarım. Kendimi övmekse pek başarabildiğim bir şey değil. Çalışan, çabalayan, mücadele eden biriyim. Bunun dışında emin olduğum şeyler eşimi, ailemi, dostlarımı ve hayvanları çok seviyorum.

Kitaplarınızda hem mitolojik figürleri hem de günlük hayatın gerçekçi bireylerini bir araya getiriyorsunuz. Bu geçişleri sağlamanın zorlukları var mı?

Sadece mitolojik figürler değil. Tarihi karakterler, masal karakterleri, mistik öğeleri, efsanaleri ve kimi zaman komplo teorilerini günlük hayatla bir araya getirmekten büyük keyif alıyorum. Bu geçişleri sağlamanın benim için en zorlayıcı yanı üstüne çok düşünmek gerektiği. Kafasına estiği gibi yazmayı seven biri değilim. Gerçeklere çok sıkı sıkıya bağlı olmak gibi bir takıntım var. Gerçekle kurgunun biribirine son derece yakın ve iç içe olduğu içerikler bana keyif veriyor. Bu yüzden kendim de yazarken, okuyan kişinin kafasında soru işareti uyandırabilecek kadar gerçeğe yaklaştırmak için çok çalışıyorum. Bunu en iyi Diyarın Kıyameti’nde başardığımı hissettiren yorumlar aldım. Okurların “Böyle bir şey gerçekten var mı?” sorusuyla internette arama yapmak zorunda hissetmesi bana mutluluk veriyor.

Romanlarınızdaki karakterler okuyucularda derin izler bırakıyor. Karakterlerinize ilham veren gerçek hayattan izler var mı?

Kediler Cennete Gider kitabımdaki karakterlerin ve hayvanların gerçek hayattan çok fazla beslendiğini söyleyebilirim. O kitaptaki karakterlerin öykülerini gerçek hayattan beslenmeden yazılabilmek mümkün değildi. Hayal gücü genelde insanı pozitife yönlendirir, hayat ise negatife daha meyilli bir deneyim. En azından bu ülkede bu dönemde yaşamak zorunda kalan insanlar için… Diğer kitaplarımda ise beni tamamen hayalgücüm yönlendirdi ve karakterler düş dünyamın derinliklerinden gelip kağıda döküldü.

Kitaplarınızın yayınlanmasının ardından aldığınız en unutulmaz geri dönüşlerden birini paylaşır mısınız?

İki geri dönüş benim için çok anlamlı oldu. Biri Kediler Cennete Gider hakkında yapılan inceleme yazısıydı. Kitapta DMD hastalığı önemli bir yer tutuyordu. Kitabı yazdığım dönemde yakın bir akrabamızı henüz çocuk denilebilecek bir yaşta kaybetmiştik ve bu beni çok etkilemişti. O dönemdeki gözlemlerimi, hissettiklerimi aktarmaya çalışmıştım. İnceleme yazısını aynı hastalıktan bir yakınını kaybeden bir okur yazmıştı. Kitabın onun acısına katık olması beni çok duygulandırmıştı. Bir diğeri ise Diyarın Kıyameti kitabımın İngilizce baskısı olan Apocalypse Of The Realm’e gelen ilk yorumdu. Hiç tanımadığım, başka ülkede yaşayan bir okurun, anadilim olmayan bir dilde romanımı okuyup beğenmiş olması, kitabımı övmesi gerçekten bana bir şeyler başardığımı hissettirmişti.

Türkiye’deki edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Edebiyatın toplumsal meselelerdeki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’deki edebiyat ortamının giderek sığılaştığını üzülerek gözlemliyorum. Özellikle ticari kaygılar bu sığılaşmayı daha da körüklüyor ve bir sıfırlanma noktasına doğru hızla gidiyoruz. Edebiyat doğası itibariyle toplumsal bir mesele olmak durumunda. Edebiyatı sadece bir fantezi alanı olarak izole ederseniz, anlatacak hiçbir şey kalmayacaktır. Edebiyat, toplumsal meseleleri yansıtmayacaksa bence belki hemen değil ancak birkaç asır içerisinde yok olur. Bu sadece edebiyat için de geçerli değil. Sinema, müzik, tiyatro… Toplumsal meseleye temas ne kadar kaybolursa o kadar bayağılaşır ve kaybolur. Buna zaten şahit oluyoruz. Şu sıra moda olan eskiye özlemin en temel sebebi de bu zaten. Eskiden sanatıyla, sporuyla, siyasetiyle bir toplumduk. Herkes o toplumu özlüyor. O toplumu var etmenin başka bir yolu yok. Bu yüzden şu an sabun köpüğü içeriklerin binlerce satmasının yarattığı ticari hacim dışında hiçbir önemi yok. Bu yüzden edebiyat dünyamız nicelikten ticari fayda sağlarken bir yandan da niteliği canlı tutmak zorunda. Yitirmek üzere olduğumuz nitelik, bizi toplum olmaktan da uzaklaştırmakta.

Peki… Dijitalleşmenin edebiyat dünyası üzerindeki etkisi sizce nasıl?

Beş yıldır büyük bir yayınevinin sosyal medya operasyonlarını yürütüyorum. Dijitalleşme hayatımın çok ciddi bir parçası. Dijitalleşmenin bir geçiş süreci olduğunu düşünüyorum. Dijitalleşme tamamlandığında artık dijital bir dünyada yaşıyor olmayacağız. Dijitalleşme bizi başka bir sürecin içine sokacak. Gerçeklik algısının yeniden inşa edildiği bir geçiş evresindeyiz. Bundan ortalama yirmi yıl sonra herkesin kendi gerçekliği olacak. Bizi birbirimize bağlayan tek gerçeklik düşüncesini yeniden yorumlamak zorunda kalacağız. Bunun edebiyat dünyasına mevcut durumdaki etkileri üstüne konuşmak çok sığ bir yorum olur. E-Kitap, Sesli Kitap, Wattpad benzeri platformlar vs. bunlar çoktan dünün konusu olmaya başladı. Yapay zekanın hayatımıza girmesiyle birlikte, yakında zaten kimsenin yazarlara ihtiyacı kalıp kalmayacağı tartışmaya açık. “Bana 14. Yüzyılda geçen savaş ve aşk öğelerine sahip bir kitap yaz.” Şeklinde bir komut verip o kitabı okuyabileceğimiz bir noktadayız. Yirmi yıl sonra bu teknolojinin evrimleştiği noktada, bugün dijitalleşme diye nitelendirdiğimiz şeyler taş devrinde yapılmış bir mızrak ucundan çok da farklı olmayacak. O yüzden mevcut durum hakkında yorum yapmak zamanı ıskalamaktan başka bir şey değil.

Gelecek projeleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz? Yeni bir roman veya başka bir türde bir eser üzerinde çalışıyor musunuz?

Diyarın Kıyameti serisinin devamını tasarlıyorum. Aceleci değilim. Kitabın İngilizce çevrisine de gelen yorumların tamamını değerlendirmek istiyorum. Çok güzel geri bildirimler alıyorum. Bunun dışında dizi projeleri var ciddi boyutta. Gizlilik sözleşmeleri sebebiyle detay vermem mümkün değil ancak ülkenin içinde bulunduğu ekonomik darboğaz biraz rahatlarsa pek yakında ekranlarda olacak senaryolarım yapımcılar tarafından değerlendirilmekte.

Röportajlarımın klasik sorusudur. Size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı ne yapmak isterdiniz?

Elimde sihirli bir değnek vardı. Başıma beladan başka bir şey getirmedi. Bu değnekleri milattan 10.000 yıl kadar önce Göbeklitepe civarında, nereden geldiği tam olarak bilinmeyen bir kavim yapmış. Büyü mü yoksa henüz anlayamadığımız yüksek bir teknoloji mi bilmiyorum. Bunlardan yirmi adet varmış ve hepsini de farklı bir kavim çalıp uzak diyarlara götürmüş. Şans eseri bir tanesi Göbeklitepe’de katıldığım bir kazı sırasında benim elime geçti. Kimseye bir şey söylemeden saklayıp İstanbul’a getirdim. O zamandan beri hiçbir şey yolunda gitmiyor. Değneği ne zaman kullansam kötü bir şeyler oldu. Türk Lirası değer kaybetti, doğal afetler, terör saldırıları, savaşlar… En son kullanmaya çalıştığımda Galatasaray Şampiyonlar Ligi’nden elendi. Değneğin çok ciddi bir şekilde sorunlu olduğuna o zaman karar verdim ve tekrar Göbeklitepe’ye götürüp gömmek istedim. Yıllar sonra o kazı alanına döndüğümde artık büyük bir ziyaret alanına çevrilmiş olduğunu gördüm. Bunun üzerine değneği kimsenin bulamayacağı bir yere saklamaya karar verdim ancak geçtiğimiz günlerde bir mektup aldım. Diğer ondokuz değnekten birini bulan Perulu bir arkeolog bana çok önemli bir şey keşfettiğini söyledi. Açıkçası çok şaşırdım çünkü diğer ondokuz değneğin kayıp olduğunu düşünüyordum. Kısmetse bu büyük gizemi aydınlatmak üzere önümüzdeki aylarda Peru’ya gideceğim. Belki de değneği doğru şekilde kullanmanın bir yolunu bulabilirim. O zaman belki de yapmak istediğim şeyleri hayata geçirebilirim…

(SERKAN SELİNGİL) 

 

 

 







 
Son Eklenen Haberler