24 Kasım 2025, Pazartesi

Bir aşk, bir dönüşüm, bir serinin başlangıcı

24 Kasım 2025, Pazartesi 06:47

     


Genç yaşında güçlü bir anlatı evreni kuran Aliağalı genç yazar Ayşe Ceylin Üzel, Bahar adlı öykü kitabının ardından bu kez okurların karşısına üç kitaplık serinin ilk halkası olan Benim Kalbimden Senin Kalbine (Son Yaprak) ile çıkıyor. Genç yazarla üç kitaplık bir serinin başlangıcı olan bu romanın arka planını, karakterlerin yolculuğunu ve serinin taşıdığı duygusal derinliği konuştuk.

Bu kitap, 3 romanlık bir serinin ilki. Bu hikâyeyi üç kitaplık bir seriye dönüştürme fikri nasıl doğdu?

Aslında bu hikâyeyi üç kitaplık bir seriye dönüştürme fikri, karakterlerin bana söyleyecek, hissettirecek daha çok şeyi olduğunu fark ettiğimde doğdu. Naren ve Bartu sadece bir aşkı değil, aynı zamanda dönüşümü, kaybı, büyümeyi ve yeniden doğmayı, güçlenirken birleşmeyi anlatıyorlardı. İlk kitap bir başlangıçtı; kırılgan ama cesur bir temas gibi. Ama bu sadece başlangıç olabilirdi. İçimde bir ses sürekli “Bu hikâye burada bitmemeli, devamını yazman gerekiyor” diyordu. Çünkü aşk, ayrılıkla sınanmıyor. Bazen ayrılık bir başlangıca, bazen de kişinin kendine dönüş yolculuğuna evriliyor. Kimlik arayışının sonucu diyebiliriz. Her kitabın farklı bir evreyi temsil etmesini istedim. Birinci kitap ‘bağ kurma’, ikinci ‘yıkım ve yüzleşme’, üçüncü ise ‘küllerinden doğuş’ olacak şekilde kurgulandı. Böylece hem karakterler hem ben, yazarken birlikte büyüdük. Onlar sayesinde kendimi bir kez daha tanıma şansı edindim. Bu yüzden gelecekteki ilişkimde neye dikkat etmem gerektiğini, doğru yanlışı ayırt edebilmek için kriterlerimi belirlemem gerektiğini öğrendim. Güzel bir yolculuktu. Bartu’yla Naren’e teşekkür ediyorum. Bir kez daha öğrendim. Yara alan bir yüreği yara açan bir bedene teslim etmemek gerektiğini.

 Kitabın kahramanları Naren ve Bartu, birbirinin eksik yanına dokunan iki karakter. Onları yaratırken nerelerden ilham aldın?

Naren ve Bartu'yu yaratırken aslında sadece karakter inşa etmedim, kendi içimdeki eksiklere, kapanmamış yaralara ve iyileşme çabalarıma da dokundum. Naren’in duygusal derinliği, kırıldığında bile zarafetini kaybetmeyen hâli; Bartu’nun ketum ama bir o kadar da koruyucu yapısı, içsel yolculuklarımın izdüşümünü oluşturdu. İkisini kurarken, gözlemlediğim hayatlar, okuduğum hikâyeler ve en çok da yaşadıklarım etkili oldu. İki insanın birbirini tamamlaması değil, birbirinin gelişimine alan tanıması üzerine kurdum her şeyi. Çünkü gerçek aşk, eksikleri tamamlamak değil, eksiklerle birlikte sevmek. Onları yazarken kendimle çok yüzleştim; bu yüzden Naren’de Bartu da çok sahici geldi okura.

"Dokunmadan sarılan, konuşmadan anlayan, gitmeden kalanların romanı" diyorsun kitabına. Naren ve Bartu'nun ilişkisi, neden "papatyalar gibi bir sevda" olarak metaforize edildi? Her yaprak koparken eksilen Naren’in acısı, gerçek hayattaki ayrılıklara ne kadar benziyor?

Papatya hem masumiyetin hem de kırılganlığın simgesi benim için. Bir yaprağı kopardığında "seviyor, sevmiyor" diye mırıldanırken aslında her cümlede biraz daha eksiliyorsun. Bu metaforu seçmemin sebebi, ilişkilerde görünmeyen kayıpların altını çizmekti. Çünkü her "seviyor" ihtimali kadar, her "sevmiyor" gerçeği de biraz daha soldurur insanı. “Gitmeden kalanlar” ise, hayatımızda fiziksel olarak hâlâ var olup, duygusal olarak bizden çoktan çekilmiş olanları anlatıyor. Ayrılık illa vedayla gelmez; bazen en uzun ayrılıklar, birlikteyken yaşanır.  Naren’in Bartu’yla yaşadığı şey de tam olarak buydu. Sevmeye çalışırken, sevilip sevilmediğini anlamaya çalışırken kendinden eksilmek… "Dokunmadan sarılan" kısmı ise duyguların en saf hâline, tecrübesizliğine, ırgalanamaz hislerini bulaştırma. Bazen bir insanın varlığı, dokunmaktan çok daha fazla iyileştirir. Ama gitmeden kalanlar, işte onlar en çok acıtan. Çünkü yokluğu yok sayamıyorsun, bir hayalet gibi hep yanında. Gerçek hayattaki ayrılıklara o kadar benziyor ki… Bazen biriyle vedalaşmazsın ama içinde her gün biraz daha gidersin. Çünkü kalbinin ona ait olmasına rağmen defalarca yaralar seni, elindeki keskin bıçakla kanırtır durur yaranı. Nefes alamaz duruma geldiğinde de seni suçlar, inkâr edermişçesine. Her şeyin senin suçun olduğunu ima eder. Yakar canını, bilerek veyahut keyif alarak. Çünkü bilir senin oraya muhtaç olduğunu, küçücük bir sevgiye aç olduğunu. Gitmeyeceğini düşünür hep ama yanılır, o yürek artık yorulmuştur. Kendisine değer vermeyen, aşkı beden üzerinden gören tekinsiz suretlerden, umut verip ne istediğini bilmeyen kararmış yüreklerden… Oysa, “istenmediğim yerde durmam,” diyerek gitmek gerekir bazen. Arkana bakmadan çekip gitmek. Ama yapamazsın. O kırılmasın, incinmesin diye. Yüreği yaralanmasın diye. Kendinden vere vere seversin onu. Ona kendini ‘mahvetme’ yetkisi verirsin. Çünkü sevmişsindir neticede. Bir çıkarın olmadan, bir talebin olmadan, sadece sevmekle, güvenmekle yetinmişsindir. Güven duygunu alaşağı etse bile gitmemişsindir yanından. “Kıyamam ona,” dersin. Kıyamam dediklerinde seni yakar işte. O ne zaman iplerinizi bırakırsa, daha doğrusu ne zaman sizden sıkılıp yeni bir oyuncak arayışına girmeye başlarsa işte o zaman özgürsünüzdür. Altın Varaklı Kafes’ten kurtulmuş, erkinliğe baş koymuşsunuzdur. Bana göre aşk; Değişimi göze alabilmek. “Ben buyum, değişemem.” Gibi kelimeler yalnızca yürekleri karartır. Asıl aşk, değişimi göze almak, beraber büyüyebilmektir.

“Görkemli bir yalnızlıktan, sarsıcı bir aşka” geçiş ise romanın en çarpıcı unsuru. Yalnızlığı “görkemli” olarak nitelemek nereden geldi? Okuyuculara, yalnızlığın bir güç kaynağı olabileceğini mi anlatmak istedin?

Yalnızlığı “görkemli” olarak nitelemem, aslında kişinin kendiyle kurduğu derin bağı, dış dünyanın beklentilerinden sıyrılarak inşa ettiği içsel gücü vurgulamak için bilinçli bir tercihti. Bu romanda yalnızlık bir eksiklik ya da kırılma değil, tam aksine bir içsel mücadelelerin susması gibi sunuluyor. Çünkü karakterimin yalnızlığı, onun kendini tanıdığı, dönüştüğü ve kendi benliğini inşa ettiği yerdi. Evet, okuyucuya da bu hissi geçirmek istedim: Yalnızlık bir boşluk değil; doğru yaşandığında, dolulukla parlayan bir kudret halidir. Görkemli bir yalnızlıktan sarsıcı bir aşka geçiş ise, bu içsel gücün sevgiyle birleşerek nasıl büyüdüğünü ve karakterin nasıl bir bütünlükle sevebildiğini gösteriyor. Yani önce kimliğini buldu, sonra kalbinde yer açtı. Zaten yalnızlığınızı geçirebilmek için bir ilişki ya da arkadaş ortamı yapmaya karşıyım. Yalnızlığınız kendinize özgüdür. Onu kalabalık güçlerin eline teslim etmeyin. Yalnız olduğunuz için eğlenecek bir yürek aramayın kendinize. Bunun borcunu ödeyemezsiniz. “Yalnızlık, krallıktır.”

Kitabı yazma sürecinde seni en çok zorlayan sahne ya da duygu hangisiydi? Tersi olarak yazarken en çok keyif aldığın bölüm hangisi oldu?

Beni en çok zorlayan sahne ‘Beyaz Kefen’ ve ‘Kanlı Ayakkabı’ bölümü oldu. Ağlarken nefessiz kaldığımı hatırlıyorum. O gün ilk defa Lev Tolstoy’un (Anne Karenina) öldüğünde ne hissettiğini anlama şansı edinmiştim. Yazar gerçekten haklıydı. Bir karaktere bağlandığınız zaman ona veda etmek çok güç. Aynı Tolstoy gibi içime kapandım o sahneleri yazdıktan sonra. Odamın kapısını kapattım sessiz sedasız ağladım. Bazen kalbimin sıkıştığını dahi hissetmiştim. Dediğim gibi o gün öğrendim yazar olmanın ne demek olduğunu. En çok keyif aldığı ise, ‘Ağlayan Çınar’ bölümüydü. Orda da gülmekten gözlerimden yaş gelmiş, sırıtmaktan çenem ağrımıştı.

Genç bir yazar olarak aşk temasına farklı bir bakış getirdiğini düşünüyor musun?

Evet, aşkı sadece romantik anların, kelebeklerin uçuştuğu mutlu anların toplamı olarak değil, hayatın içinde karşılaşılan zorluklarla, sorumluluklarla ve bazen de acılarla iç içe geçmiş bir yolculuk olarak görüyorum. Genç yaşımın verdiği heyecanla aşkı daha saf ve büyülü görmek kolay olsa da yazdıklarımda daha gerçekçi ve olgun bir perspektif sunmayı tercih ettim. Çünkü aşk, her zaman masalsı bir mutluluk kaynağı değil; bazen kendini adamak, bazen mücadele etmek, bazen de karşıdaki kişiyi anlamak için çaba göstermek demek. Aşkın getirdiği sorumluluklardan kaçmamak, belki de bu serinin en temel mesajlarından biri.  Bu bakış açısıyla, gençliğin getirdiği saflık ve coşku ile olgunluğun derinliğini bir araya getirerek, okurlara aşkın gerçek yüzünü göstermek istiyorum. Çünkü aşk; bazen sabır ister, bazen kırgınlıkları iyileştirmek için emek, bazen de kendini sorgulamak ve yeniden doğmak için cesaret gerektirir. Genç bir yazar olarak, bu çok boyutlu aşk hikayeleriyle okuyucularımın kendi deneyimlerine ve duygularına daha yakın hissetmelerini hedefliyorum.

Serinin devam kitapları hakkında küçük bir ipucu alabilir miyiz? Serinin sonunda okuyucuları şaşırtacak bir final planlıyor musun?

Serinin devam kitapları, ilk kitabın bıraktığı yerden değil, karakterlerin içsel dönüşümlerinin başladığı derinlikten ilerliyor. Çünkü Naren ve Bartu’nun kaderi, sadece bir ilişkiye değil, kendi geçmişleriyle, bastırdıkları yanlarıyla yüzleşmeye bağlı. İkinci kitap, “yarım kalanların içinden nasıl tam çıkılır” sorusunu soracak. Üçüncü kitap ise bu cevapların bedelini gösterecek. Ve final…  Okuyucunun “ben olsaydım ne yapardım?” diye düşünmeden geçemeyeceği bir tercih noktasına dayanacak. Şaşırtacak, evet. Ama ucuz bir ters köşe değil bu. Aksine, satır aralarında hep hissettirdiğim o büyük kırılmanın, tüm çıplaklığıyla önlerine serildiği bir son yazacağım.

Söyleşinin sonunda bir bilgilendirme yapmak istiyorum. Sevgili Aliağalılar, 30 Kasım 2025 Pazar günü “Engelsiz Kafe, Park” Aliağa’da imza günüm gerçekleşecek. Siz değerli okurlarımı imza günüme davet etmek istiyorum. Bu sayede romanlarımı ve çocuk kitaplarımı da temin edebilirsiniz.

 

 

 

 







 
Son Eklenen Haberler