‘Her hikâye bir tanıklıktır’
31 Ekim 2025, Cuma 06:20| Tweet | 
“Gül Kırığı” ve “Düş Bozgunu” kitaplarında insanın kırılgan yanlarına, doğanın dilinden dokunup kelimeleriyle sessizliğine ses veriyor öğretmen/yazar Songül Uslu. Onun için yazmak bir kaçış değil; kendine dönüşün en derin yolu. Usluy’la kelimelerin iyileştirici gücünü, edebiyatın tanıklığını ve iç sesin yolculuğunu konuştuk.
Edebiyatla tanışmanız ve yazarlık yolculuğunuz nasıl başladı? Bu sorudan hareketle de sizi tanıyabilir miyiz?
Batman Hasankeyf’te doğdum. Otuz iki yaşındayım. On üç kardeşiz biz; kalabalık, neşeli, gürültülü bir evde büyüdüm. Her sabah başka bir sesle uyanırdım: biri kahkaha atar, biri ağlar, biri kavga ederdi. O çok sesliliğin içinde ben hep kendi sessizliğimi aradım. Belki de yazmaya tam da o sessizliği bulmak için başladım.
Kelimeler, çocukken bana bir oyun gibi görünürdü. Defterlerim, yarım kalmış cümlelerle doluydu hep. Büyüdükçe, o yarım cümleler beni büyüttü. Yazmak, benim için bir kaçış değil; kendime dönmenin, kendimi duymanın bir yolu oldu.
Ben Songül USLU. Öğretmenim, ama aynı zamanda kelimelere sığınan biriyim. Yazarlık, benim iç dünyamla kurduğum en dürüst bağ. Hayatı anlamak için yazıyorum, bazen de sadece kalbimin sesini duymak için.
2. “Gül Kırığı” adlı kitabınızda doğa unsurları (kış sabahları, ezan sesleri, gün akışı) romanın ritmini belirliyor. Bu unsurları seçerken, şiirsel bir etki mi hedeflediniz, yoksa gerçek hayattan mı ödünç aldınız? Okuyucunun ‘şahitlik etmeye hazır mısın?’ sorusuna nasıl bir yanıt bekliyorsunuz?
Benim için doğa, bir arka plan değil; hayatın tam kendisi. Çocukluğumun geçtiği coğrafyada taşın, toprağın, rüzgârın, sudaki yankının dili içime çok erken işlemişti. Kış sabahları, ezan sesleri, gülün kırılışı… Bunlar benim yaşadığım yerin, zamanın, insanın sesleri aslında. Yazarken onları özellikle seçmiyorum; içimden nasıl doğuyorlarsa öyle geliyorlar.
Şiirsel bir etki yaratmak gibi bir niyetim hiç olmadı. Ama hayatın kendisi zaten şiir; ben sadece o şiirin içinden geçen bir tanığım. “Şahitlik etmeye hazır mısın?” sorusu hem kendime hem okura yönelttiğim bir çağrı. Çünkü her öykü bir tanıklık ister: acıya, sevince, insana… Ben istiyorum ki okur o tanıklığı sadece gözleriyle değil, kalbiyle versin.
“Düş Bozgunu” adlı kitabınızda öykülerinizdeki ‘bozgun’ kavramı, hayallerin dağılışını mı yoksa yeniden toplanışını mı merkeze alıyor?
Benim için “bozgun”, yalnızca bir dağılma değil, yeniden toparlanmanın da sessiz başlangıcıdır. “Düş Bozgunu”nda hayallerin yıkılışını anlatırken, o yıkıntıların arasında filizlenen bir umudu da aradım. Çünkü insan, en çok kırıldığında kendine döner; kalbinin derinliklerinde sessiz bir yeniden doğuş bekler.
Her düş, bir kırılma izi bırakır; o iz, bir gün yeniden yürümek için rehberimiz olur. Bozgun, bir yanıyla yorgunluk, diğer yanıyla dirençtir. Kitaptaki öyküler, düşlerin dağılışını anlatırken, aynı zamanda o düşlerin yeniden toplanışına da tanıklık eder. Sessiz, sade ama içten bir toparlanma… Ve belki de hayatın en kırılgan ama en cesur anı: yıkılmış bir kalbin kendine uzattığı el. Öykülerimde kendine gelecek inşa eden bozgunlar anlatmaya çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur.
Okuyuculara kitaplarınız olan “Gül Kırığı” ve “Düş Bozgunu” için tek bir tavsiye verseniz, ne olurdu?
Okuyuculardan tek bir şey isterim: kitaplarımı kalpleriyle okusunlar. Çünkü Gül Kırığı da Düş Bozgunu da aslında kurmaca değil; yaşanmış hayatların, duyulmuş seslerin, tanık olunmuş acıların içinden doğdu. Her öykünün arkasında bir gerçek insan, bir nefes, bir sızı var.
Ben hikâyeyi kurgulamadım, sadece duydum ve yazıya döktüm diyebilirim. Bu yüzden okurdan beklentim, satırların ardında o yaşamların izini görmeleri. Cümlelerin arasında sessizliğe yer versinler, çünkü bazen bir hayat, en çok suskunluğunda anlatılır. Ve dilerim ki, her okur kendi kırığını, kendi yeniden başlayışını bulsun bu satırlarda.
Karakter yaratımında veya öykü kurgusunda özellikle dikkat ettiğiniz edebi unsurlar nelerdir?
Benim için karakter, bir hikâyenin kalbidir. Birini anlatmaya başlamadan önce onu duymaya çalışırım: nasıl susar, nasıl bakar, hangi kelimede takılır... Çünkü insanı anlatmak, onun içindeki sessizliği anlamaktan geçer.
Öykü kurgusunda da en çok dilin ritmine ve duygunun doğallığına dikkat ederim. Cümleler karakterin kalbinden çıkmalı; yapay bir süs değil, yaşanmış bir nefes gibi olmalı. Benim kahramanlarım genellikle içiyle konuşan, sessiz ama derin insanlardır. Bir de şuna inanırım: her karakterin bir “yarası” olmalı. Çünkü edebiyat, en çok o yaradan sızar. Bu yüzden çok gözlem yaparım. İnsanları uzun uzun izler, sonra da dağlara uzun uzun bakarım. Bütünleşir kafamda öykü karakterim. Sanırım kırsalda yaşamaktan bu yüzden vazgeçemedim.
Edebiyatın toplumsal değişimdeki rolü hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Edebiyatın toplumu doğrudan değiştirdiğini düşünmüyorum ama insanın kalbine dokunarak değişimin tohumunu attığına inanıyorum. Bir öykü, bazen birinin bakışını, yargısını, hatta hayatla kurduğu bağını değiştirebilir. Değişim bence önce orada başlar: bir insanın iç dünyasında.
Yazmak benim için bir tür tanıklıktır. Toplumun kenarda kalmış, sesi duyulmayan yanlarını görünür kılmak isterim. Çünkü edebiyat, tam da orada – sessizliğin içinde – anlam kazanır.
Bir kelime bazen bir çocuğun, bir kadının, bir yüreğin kaderini değiştirebilir. Ben o kelimeleri bulma çabasındayım.
Yazarlık ve öğretmenlik yaşamınızı şekillendiriyor; peki bu iki kimlik, sizin özel yaşamınıza, duygularınıza ve içsel dünyanıza nasıl dokunuyor?
Yazarlık ve öğretmenlik, benim iki yanıma tutulan ışık gibi; biri dışarıyı, diğeri iç dünyamı aydınlatıyor. Sınıfta çocukların gözlerindeki merak, ellerindeki kâğıt ve kalem, gülüşleri, bazen sessiz hüzünleri… Bunlar benim yaşamımın ritmini belirliyor, kalbimi titretiyor. Onlara bakarken kendi içimdeki çocuğu, kaybolmuş zamanları, sessiz kırıkları hatırlıyorum. Her ders, her hikâye, bana bir aynadır aslında hem gördüğümü hem göremediğimi yansıtıyor.
Yazarlık ise o aynanın ardındaki sessiz kapı. Orada kelimelerle konuşuyorum, düşlerle geziniyorum, geçmişin ve geleceğin arasında sessiz bir yolculuk yapıyorum. Öğretmenlik bana sabrı, dikkatle dinlemeyi, küçük şeylerin büyüklüğünü öğretti; yazarlık ise o öğrendiklerimi içime çekip, ruhuma işlerken kelimelerle şekillendirmemi sağlıyor.
Bazen bir öykü, bir bakış ya da bir çocuğun söylemediği bir söz, kalbimde yankılanıyor; gecenin sessizliğinde, çay fincanımın yanında, defterime dökülüyor. Yazmak, bana kendi kırıklarımı görme ve onlarla barışma imkânı veriyor. Öğretmenlik ise bana yaşamı, insanı, küçük mucizeleri fark etme yetisi…
İkisi birleştiğinde, özel yaşamımın sessiz odalarında yankılanan bir şarkı gibi oluyor. Ne tam anlamıyla yalnızım ne tamamen açık… İçimde bir sessizlik, dışımda bir ses… Ve ben o sessizlikle konuşmayı, o sesle büyümeyi öğreniyorum. Çünkü hayatın kendisi öğretmen, kelimeler ise öğrencisi; ben de onların arasında, sessiz bir köprü gibi duruyorum.
Her iki kimlik de bana şunu hatırlatıyor: Yaşam, anlatılmayı bekleyen bir öykü, içimizdeki sessizlik ise o öykünün kalbidir. Ve ben o kalbin attığını duydukça hem öğretmen hem yazar olarak yeniden doğuyorum. Belki de bu yüzden öykülerimdeki karakterler sade ama derin karakterler. Çünkü ben hayatın içinden öğreniyorum onları. Yazarlığım, öğretmenliğimin sessiz devamı gibi: sınıfta kelimelerle öğretiyorum, yazarken kelimelerle iyileşiyorum.
Editörlük deneyiminiz, kendi yazarlık pratiğinize nasıl yansıyor?
Editörlük, bana yazarlıkta çok önemli bir mesafe duygusu kazandırdı. Artık metinle kurduğum ilişki, yalnızca üretmekle sınırlı değil; çözümlemek, dönüştürmek ve yeniden inşa etmekle de ilgili. Bir metne dışarıdan bakabilmek, onun ritmini, duygusal derinliğini, nefes aralıklarını daha net görmemi sağladı.
Bu sayede kendi yazılarımda da fazlalıklardan arınmış, daha bilinçli bir dil kurmaya özen gösteriyorum. Kısacası editörlük bana metni yalnızca “yazılacak” değil, aynı zamanda “dinlenecek” bir varlık olarak görmeyi öğretti. Artık kelimeleri yalnızca üretmiyor, onlarla konuşuyorum da.
Yakın gelecekte yeni bir kitap projeniz var mı?
Evet, üzerinde çalıştığım yeni bir proje var: Babam Kadar Uzak Bazı Şeyler. Bu kez uzaklık sadece coğrafi değil; duygusal, zamansal ve bazen kaderle ilgili bir uzaklık… Her şiir, kaybolmuş bir parçayı, unutulmuş bir anıyı ya da sessiz bir özlemin peşine düşüyor.
Yavaş ilerliyor ama kalbimin derinliklerinden yazıyorum; çünkü bazı kitaplar aceleyle değil, sabırla, sessiz bir bekleyişle büyür. Okurların da bu bekleyişe eşlik etmelerini isterim. Sayfalarda kendilerini, kendi kırıklarını ve belki kendi yeniden doğuşlarını bulacaklar. Her şiir, kaybolmuş bir parçayı bulmak için bir davettir.
Elinizde sihirli bir değnek olsaydı, dünyada ya da hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz?
Eğer elimde bir sihirli değnek olsaydı, çocuklara çocukluklarını geri verirdim. Onları ekranların soğuk ışığından, sanal kahkahaların yankısından, yalnızlıkla karışmış oyunlardan kurtarırdım. Bir kez daha toprakla tanışsınlar isterdim; avuçlarına çamur bulaşsın, gökyüzüne bakarken isimlendiremedikleri bir yıldızla sırdaş olsunlar. Bir kelebeğin peşine düşüp zamanı unutsunlar, rüzgârla saçlarını dağıtsınlar, düşsünler, kalksınlar, ama yeniden gülmeyi öğrensinlerdi dileğim. Çünkü ben, ekranın ardında tükenen bu yeni nesli sevemedim. Gözlerindeki ışıltı bir piksel kadar soluk, sesleri bildirim tonları kadar tekdüze. Çocuklar artık hayal kurmayı değil, kopyalamayı öğreniyor. Birinin onlara “şimdi oyun zamanı” demesine ihtiyaç duymadan oynamayı unuttular.
Sihirli değneğim olsaydı, zamanı geriye değil, kalbe çevirirdim. Kalp yeniden sabrı, beklemeyi, bir şeyi kendi elleriyle yapmanın sevinicini öğrensin isterdim. Onlara yeniden “gerçek zaman”ı verirdim: beklemenin, sıkılmanın, hayal etmenin, bir rüyanın içinde kaybolmanın zamanını.
Belki de dünyanın en büyük iyiliği, bir çocuğun çocuk olmasına izin vermektir. Çünkü çocukluk, insanın en saf yeridir ne yalan bilir ne çıkar ne hız. Bir çocuğun gözündeki merak, dünyanın hâlâ kurtulabileceğine dair en güçlü delildir.
Benim sihrim kalemimdir; dokunduğu her kelimede bir çocuk gülümser. Ve ben o mucizeyi, sihirli bir değnekle değil, kelimelerle yapmaya çalışıyorum. Çünkü bir çocuğun çocuk olmasına izin vermek, insanlığa yapılabilecek en büyük büyüdür.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, kentte üç noktada

Aliağa’da, Avcı Ramadan Parkı bölgesinde yoğun yağmurlar sonrası yaşanan

FIBA Avrupa Kupası C Grubu 3. hafta maçında Aliağa Petkimspor, sahasında Romanya'nın

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Yerel Eşitlik Eylem Planı’nın “Ulaşım”

İzmir'de 117 kişinin yaşamını yitirdiği depremin üzerinden 5 yıl geçti.

CS GO hile kullanımı, oyun dünyasında oldukça tartışmalı bir konu olarak

Mekanların aydınlatılması, yaşam alanınızın estetik ve fonksiyonel kalitesini belirlemede

CHP Aliağa İlçe Başkanlığı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları kapsamında,

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Cumhuriyet Bayramı’nın 102’nci

Prof. Dr. Hasan Sözbilir, Sındırgı’daki deprem fırtınasının doğal bir rahatlama

Aliağa, Cumhuriyetin 102. yıl dönümünü büyük bir coşkuyla

Eğitim-İş İzmir 7 Nolu Şube, Aliağa’da, işyeri temsilcilerine yönelik eğitim

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ESHOT, İZULAŞ, İZDENİZ, Metro

Elçin Biçer, On Air Music Co. etiketiyle yayımlanan ilk teklisi “İyileşmedim”

Yıllardır atıl durumda olan Aliağa Kyme Arkeoloji Müzesi'nin yıkımına başlandı.

Türkiye Oryantiring Şampiyonaları’nda Aliağa Gençlik ve Spor İlçe

Aliağa Kimya İhtisas ve Karma Organize Sanayi Bölgesi (ALOSBİ), sanayide çevreci

Müzisyen Emre Çakmakoğlu, alternatif rock esintili, duygusal şarkılarında

CHP İzmir Milletvekili Sevda Erdan Kılıç, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda

CHP Aliağa İlçe Gençlik Kolları Başkanı Alp Günay Bayrak, yaptıkları

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Aliağa’da gölet temizliği, yol tesviyesi

Teknolojinin hızla ilerlemesiyle birlikte hayatımızın birçok alanı dijitalleşti

İzmir Büyükşehir Belediyesi, kimlik bilgisi paylaşımı olmadan ve sosyal

Aliağa Petkimspor, FIBA Europe Cup C Grubu ikinci maçında bugün Petrolina

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 



















