8 Aralık 2025, Pazartesi

Toplumun sessiz duvarlarına karşı yazıyor

8 Aralık 2025, Pazartesi 06:48

     


Modern hayatın sesleri arasında kaybolmuş insanın iç dünyasına ışık tutan bir kalem: Sibel Oğuz. Öykülerinde hem bireyin görünmez yaralarını hem de toplumun sessizlik duvarlarını cesurca işleyen yazarla yazının dönüştürücü gücünü, korkuya rağmen cesaretini konuştum. İyi okumalar

Kendinizi kısaca tanıtarak edebiyat yolculuğunuza nasıl başladığınızı anlatır mısınız? Sosyoloji eğitiminiz ve pedagojik formasyonunuzun (felsefe) öykü yazımınıza katkıları oldu mu?

Kendimi bildim bileli edebiyata yatkınlığım vardı. Çocukken dinlediğim hikâyeleri zihnimde farklı kurgulara dönüştürebilme becerisine sahiptim. Herkes Kırmızı Başlıklı Kız’ın annesini suçlarken, ben dünyanın neresi olursa olsun bir çocuk için oranın güvenli bölge olması gerektiğine inanarak kurdu suçladım. Her çocuk ütopik bir dünyanın hayalini kurar ve bunun gerçekleşeceğine de inanır. İnancımın kırılma anı beni yazmayla karşı karşıya getirdi ki zaten içimde benimle beraber büyüyen bir yazma arzusu vardı.

Zaman yönetimi sorunları ve metropolde yaşamanın çıkmazlarıyla beraber kendimle sürekli bir çatışma hâlindeydim. Yazmak benim için lüks değil, zorunluluğa dönüşmüştü. Bu süreçte Feridun Andaç Hocam’ın edebiyat atölyesine başladım. Uzun bir süre eğitim aldım. Yazmak, bana göre duygularınızla baş edebilmektir; bunun başka bir yolunu bilmiyorum.

İnsan ilişkilerine ve iletişime önem veren biri olarak sosyoloji; toplum ve birey ilişkisi, olayları, nedenleri ve sonuçları üçüncü birinin bakış açısıyla görmemi sağladı. Neticede “insan sosyal bir varlıktır.” Pek tabii insana da ihtiyaç duyar. Öykülerimi yazarken sosyoloji ve özellikle felsefeden çok yararlandım. Sorgulayan, kolay kabullenemeyen biriyseniz felsefeden bağımsız bir metin, felsefeden nasiplenmemiş bir karakter var edemezsiniz. Felsefeyi ve filozofları var eden şey düşünceden başka nedir ki?

İlk kitabınız olan Annem, Zeytin ve Çay üzerine sormak istiyorum. Eleştirmenler, kitabınızı “kadim sorunların zamane hali” olarak tanımlıyor. Aile, çevre ve eğitim baskıları altında debelenen karakterleriniz, Feridun Andaç’ın dediği gibi “gelenekten beslenen modern açmazları” nasıl somutlaştırıyor?

Hiçbir birey, hiçbir yazar köklerinden bağımsız değildir. “Yaşantı zenginliği” dediğimiz şey, çocukluğumuzdan günümüze uzanan tecrübelerimiz ve birikimlerimizdir. Benim kahramanlarım farkındalıkları olan, yaşadıkları çağın olumlu–olumsuz hadiselerini geçmişleriyle sentezleyen; dünlerinden bağımsız olmadıkları gibi yarınların onlara ne getireceğinin de hissiyatı içindeler.

İlk kitabınıza adını veren öykü, diğerlerini de kapsayan bir metafor gibi. Anneniz, zeytin ve çay imgeleri Ege köyü atmosferini çağrıştırıyor; ancak Sarıkamış kökenli bir yazar olarak bu unsurları nasıl içselleştirdiniz?

Her ne kadar kitaba da adını veren bu öykü mutluluğu, aileyi ve kahvaltıyı çağrıştırsa da temelde aile olamamanın öyküsüdür. Kahraman “Aile herkesin farklı yere baktığı bu resmin neresinde?” diyerek aile olamayan bu birlikteliği duvarda asılı resim üzerinden eleştiriyor.

“Ege’li misiniz?” sorusunu çok aldım. Mutfak kültürümüz Ege mutfağıyla oldukça farklı. Fakat bazı yiyeceklerin evrensel bir tat olduğuna inanırım. Kutsal kitabımızda üzerine yemin edilmiş kadim yiyeceklerden biri olan zeytin; bereketin, sağlığın ve bolluğun sembolü olarak görülür. Zeytini çok seven biri olarak, yukarıda saydığım özelliklerinin yanı sıra mutluluk da verdiğini ve bunun hormonlar üzerinde etkisi olduğunu düşünüyorum.

Çay ise Türk kültüründe birleştirici, millî bir içecektir. Sadece vücut ısımızı yükseltmez, aynı zamanda insanları bir araya getirir. Bir mutfakta çay demlenmişse o evde işler yolunda demektir bana göre.

Anne sorunuza ise bu yıl verecek bir cevabım yok.

İkinci kitabınıza geçelim. Bu Hikâye Tutar Canan başlığı, öyküde tabulara meydan okuyan kahramanın inadını mı simgeliyor? Toplumun “kararlarımızı belirlemesi”nden bahsetmişsiniz – bu öyküde Canan bir isyan mı, yoksa vazgeçişin başka bir yüzü mü?

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Öyle sanıyorum ki sorunuzun yanıtı bu atasözünde saklı. Yine de kendimce açıklayayım. “Canan kim?” sorusunu çok alıyorum. Buradan sizin aracılığınızla yanıtlamak isabetli oldu: Canan biziz. Siz, ben, onlar. Susturduğumuz ya da susturamadığımız iç sesimiz. Bastırılmış duygularımızın isyanı. Hepimizin iç dünyasında çoğu zaman kulak tıkadığımız bir Canan var. Ve ne yazık ki bu ses ne söylüyorsa doğru söylüyor. Genellikle bu sesi susturuyoruz; fakat bir süre sonra korkularla bastırdığımız bu sesin kontrolden çıktığına tanık oluyoruz. Bu defa susmak zorunda kalan taraf biz oluyoruz.

Başka bir anlamda Canan, aykırı bir karakterdir; dünyaya sağladığımız uyumu ve kötülüklere karşı sessizliğimizi vurdumduymaz bir tavırla eleştirir. Evet, burada da belirtmek isterim ki kararlarımızın çoğunu sosyal çevre, aile ve toplum belirliyor. Bize düşense rolümüzü iyi oynamak. Başkaları tarafından kurulan bir oyunda siz yalnızca yedek oyuncu olarak kalırsınız. Oysa yaşamın amacı kendin olmak, özünü yakalamaktır. Ancak bu şartlarda sürekli suçladığımız dünya güzelleşebilir; mutlak özgürlüğe bir adım daha yaklaşabiliriz.

Öykünün sonunda kahramanın “Kuşların kazaklarını giydirdim, Canan.” cümlesiyle, mevcut şartlarda mutlak özgürlüğe ulaşmanın mümkün olmadığını vurguluyor.

İkinci kitabınızda modern yaşamın açmazları “zamanın bilinçlilik durumu” ile işleniyor. Kadın kahramanların korkusuzca yürüdüğü yollar, sizin “korkuları delen” temanızı nasıl geliştiriyor?

Benim gerçekleştirmek istediğim şey; düşünürken, yazarken ve yaşarken mutlak evrenselliği yakalamak. Bunun için kendimle didişip duruyorum. İnsan her yerde insandır. Kadın–erkek diye bakmıyorum fakat toplum kadına bazı roller biçmiş durumda. Kadının hayatı hep bir adım geriden takip etmesi gerekiyormuş gibi…

Mesela bir ortamda ani sessizlik oluştuğunda kurulan şu cümleyi hiçbir zaman sevmedim:

“Kız mı doğdu?”

Bu, aslında bir ses kısma yöntemidir. Bir kadın olarak bu sözleri küçümseyici buluyorum. Bu yüzden kadınların söyleyecek çok sözü olduğuna inanıyor ve kitaplarımdaki kadın kahramanları olabildiğince güçlülerden seçiyorum.

Her iki kitapta da “ara yerde kalmış insanlar”ın dramı hâkim: Aile, çevre ve eğitim baskıları. Bu temayı iki kitapta nasıl bağdaştırdınız? Bu Hikâye Tutar Canan, Annem, Zeytin ve Çay’ın devamı mı, yoksa yeni bir hesaplaşma mı?

Bahsettiğiniz temalar güncelliğini koruyan, sürekliliği olan ve her geçen gün önem kazanan meselelerdir. Tarihte hiçbir konu yoktur ki üzerine yazılmamış olsun. Bize düşense o konuyu yeniden yorumlamak. Dolayısıyla her iki kitabın farklı temaları olmakla beraber ortak yanı, bir şeylere bağımlı yaşama zorunluluğudur. Bu Hikâye Tutar Canan, potansiyellerini açığa çıkarma fırsatı verilmemiş, olmak istediğiyle olduğu yerde sıkışıp kalan ve bunun çatışmasını yaşayan kahramanların gür sesi diyebiliriz. Annem, Zeytin ve Çay’da karakterler kuluçkada, yumurtalar henüz çatlamışken; Bu Hikâye Tutar Canan’da artık kabuklarından çıkarak kendilerini ispatlamış durumdalar.

Okurlardan gelen yorumlarda her iki kitap da “uzun süre bellekte iz bırakıyor” olarak nitelendiriliyor. Sizin için en çok yankı uyandıran okur tepkisi neydi?

Çok fazla dönüş aldım ve almaya devam ediyorum. Emek veren, destek olan, hikâyelere yüreklerinde yer veren herkese gönülden teşekkür ediyorum. Öykülerdeki samimiyet ve kahramanların içlerinde verdikleri özgürlük mücadelesi, varoluşsal sorgulama; okurlardaki yankının bana yansıması olarak dönüyor. Okurken kendilerini öykülerin bir parçası gibi hissetmeleri beni ayrıca çok mutlu ediyor.

Bir yazar olarak en büyük korkunuz nedir?

“Korku cezadan daha kötüdür; çünkü ceza belirli bir şeydir…”

Stefan Zweig, Korku eserinde korkunun çekilen cezadan daha korkunç olduğunu belirterek cezanın belli bir süresinin bulunduğunu, fakat korkunun hiçbir süresi olmadığını vurgular. Korku, öze ulaşmada en büyük engeldir bana göre. Yazmak kendini tanımak, aramak, karanlık yönlerinizle yüzleşip onları açığa çıkarmaksa eğer gerçeklik ve korkuyu yan yana koyamazsınız. Ya cesursunuzdur ya da değilsinizdir. Eğer seçiminizi yazmaktan yana kullanmışsanız her şeyi göze almalısınız. Kontrolü her zaman elimizde tutamayız. Bazı gelişmeler bizim dışımızda gelişir. Korkularımızla hayatın akışını sağlayamayız. Günün sonunda iş olacağına varır; siz korkularınızla kalırsınız. Kendimize çizdiğimiz kırmızı çizgiler de korkularımızdan kaynaklanan içgüdüsel birer dürtüdür. Cesaret, bu sınırları ihlal etmekse sınırlarımı aştığımı söyleyebilirim.

“Yazmadan bir hayat artık mümkün değil” demişsiniz. Üçüncü bir kitap için planlarınız var mı?

Yazmak, bana yaşama sevinci veren en büyük nedenlerden biridir. Güvenli bölgem, tehlike anında sığınağım… Onsuz yaşamak pek mümkün değil. Bu yolda çok şeyden vazgeçtim, muhtemelen geçmeye de devam edeceğim. Yazma hazzını tadan birinin ondan uzak kalması mümkün değildir. Yazmak umuttur, heyecandır; arzuladığınız dünyanın zihninizdeki inşasıdır. Heyecanımı kaybettiğimde benden geriye ne kalır? Evet, üçüncü kitap planım var. Zihnimde birkaç kahraman oluştu ve uykumu kaçırıyorlar. Şu an düşünme ve kurgulama aşamasındayım. Oldukça sancılı ama bir o kadar yüz güldürücü bir süreç.

Son olarak, klasikleşen bir sorum var. Elinizde bir değnek olsaydı dünyada ya da hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz?

Yaşam bir değişim ve dönüşümdür. Saf suyu bile temiz bir kapta bir süre bekletseniz yosuna dönüşür. Doğa değişimin en büyük örneğidir. İnsan da öyle; fiziksel ve ruhsal değişim içinde. Bu döngüde kendimiz olarak kalabilmek mümkün mü?Yazmak, haksızlığa karşı direnmektir. Yazmaya başladığım yıllarda hayatımın devrimini yapmıştım; değişim orada başladı. Eksisiyle, artısıyla olmak istediğim Sibel karşımda, yanımda, benimle. Ama tabii asıl mesele ben değilim; değişen Sibel değil. Mutlak değişmesi gereken dünya. Şu an dünya üzerinde korkunç bir güç savaşı var. Belki geçmişte de vardı ama ben kendi çağımın çürümüşlüğünden ve firavunlarından sorumluyum. Elimde sihirli bir değnek olsaydı güç savaşlarını ortadan kaldırırdım. Güçsüzün yaşamını sürdürebilmek için güçlüye bağımlı olmasını sağlayan ipleri koparırdım. Ama masallara inanma yaşını çoktan geçtik. Ben hayal ettiğimiz dünyanın uzun vadede sanatla iyileşeceğine inanıyorum. Neticede inanmak bir mesele…

(SERKAN SELİNGİL) 

 

 

 

 







 
Son Eklenen Haberler