1 Eylül 2025, Pazartesi

Kelimelerle özgürlüğün kapısını aralıyor

1 Eylül 2025, Pazartesi 06:40

     


Başarı, azim ve hayata sarılmanın müthiş bir örneğini gösteren Hüseyin İlker Duman, ‘Zihnimin Prototipi’ adlı öykü kitabı ile edebiyat dünyasında sınırları zorluyor. Serebral palsiye rağmen sol eliyle telefonundan öyküler yazan Duman, aynı zamanda senarist ve yönetmen. Öykülerinde psikolojik dramadan karanlık fanteziye uzanan bir yolculuk sunan Duman’la; onun yaratıcı dünyasını, mücadelelerini ve zihinsel manifestosunu konuştum.

Yazarlık ve sinema serüveniniz nasıl başladı? Tabi bir de söyleşinin başındayken sizi tanıyabilir miyiz?

Yazma serüvenim aslında sosyal medyayla başladı diyebilirim. Üniversiteyi bitirdikten sonra, reklam ve iletişim alanında pek çok yaratıcı projeye imza atmış Yiğit Kalafatoğlu’nun da, ortaklarından olduğu sosyal medya ve reklam ajansı Utopic Farm’da online çalışırken 2007’de bir iş arkadaşımın blog açmasıyla yazmaya yöneldim. O dönemde akıllı telefonların yaygınlaşması da sürece büyük katkı sağladı; elimle yazmak çok kolaydı artık. Düşüncelerimi yazabiliyordum. Aslında biraz da terapi amaçlı yaptığım bir şeydi. Bir nevi ihtiyaç da diyebilirim.

Sinema serüvenim ise bir izleyici olarak başladı. Televizyonda film izlemek bir yana, annemin kucağında ilk kez sinemaya gittiğimde izlediğim Küçük Deniz Kızı filmiyle her şeyin kapısı aralandı diyebilirim.

Fakat işin yazma, yani senaryo yazma boyutuna gelecek olursak; o yolculuğum, kurduğum bir yazarlık sitesinde tanıştığım bir arkadaşım ile birlikte kaleme aldığımız ilk uzun metrajlı senaryo “Güncel Eros” ile başladı.

Kendimi tanımlamak gerekirse, Trabzon’da doğdum. Doğumumdan kısa süre sonra geçirdiğim bir rahatsızlık nedeniyle bedensel engelli oldum. Hayatta kendimi çoğu zaman Don Kişot’un bitmeyen savaşlarının içinde hissediyorum. Dostoyevski gibi insanın kararlılığının farkındayım; fakat bu farkındalık, zaman zaman ağır bir yük gibi üzerime geliyor.

Yine de, hayata ve kötülüklere karşı herkesin eşit ve dimdik durması gerektiğine inanıyorum. Kendimi en basit tabirle böyle anlatabilirim. Bunun yanında sanata da ayrı bir sevgi duyduğumu belirtmeliyim. Çünkü sanat, insanın anlamsızlıklar, silsilesi olan evrene, yaşama kattığı en özel şeylerden biri; bir dışavurum, bir başkaldırı ve en nihayetinde bir varoluş kompozisyonu.

Kitabınızda zihni bir özgürlük alanı olarak tanımlıyorsunuz. Serebral palsi ile yaşarken yazma süreci sizin için bu özgürlük alanını nasıl inşa etti? 

Ağır bir bedensel engelim olduğu için hayatın büyük kısmını zihnimde yaşadım. İzlediğim diziler bittikten, filmler sona erdikten, kitapların son sayfası kapandıktan sonra, kendi zihnimde farklı sonlar, bambaşka yönler kurgulamaya başladım. Böylece zihnimde bir özgürlük alanı inşa ettim. Yazmak da tam olarak bu özgürlüğün dışavurumu oldu diyebilirim.

Serebral palsi ile yaşamanın size kattığı bakış açıları, öykülerinize ve senaryolarınıza nasıl yansıyor?

Sahip olduğum engel nedeniyle dışarıya çok fazla çıkamadım, bu yüzden gözlem yeteneğim sınırlı kaldı diyebilirim. Ancak bu eksiklik, beni kendi zihnimin içinde daha derin bir sorgulama yapmaya itti. Hikâyelerime de çoğunlukla bu içsel sorgulamalar ve melankoliler yansıyor.

Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki gibi, ben de insanların her zaman iyi varlıklar olmadığına inanıyorum. Bu bakış açısı, öykülerimde ve senaryolarımda sıkça kendini gösteriyor. Benim kurduğum dünya genellikle “gerçek” bir dünya; romantik komedilerin aksine mutlu sonlara pek yer vermiyorum. Çünkü yaşadığım gerçeklik bana, ne kadar çabalasan da mutlu sonların nadiren mümkün olduğunu gösterdi.

Bunu biraz da fizik yasası olan Entropiye benzetiyorum: Entropi hiçbir zaman iyiye gitmez, her zaman dağılmaya ve bozulmaya eğilimlidir. Benim bakış açım da maalesef biraz böyle. Yaşadıklarımız ve gördüklerimiz de bana bu düşünceyi doğruluyor.

Yazar Christy Brown’u örnek alıyorsunuz. Onun yaşam öyküsüyle kendi yolculuğunuz arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Aslında sadece Christy Brown değil; Stephen Hawking ve Christopher Reeve de bana çoğu zaman ilham veren isimler. Hawking, tüm bedensel kısıtlılıklarına rağmen evrenin sırlarını çözmeye çalışan bir bilim insanı olarak insanlığa yön verdi. Reeve ise Superman rolüyle tanınan bir aktörken yaşadığı kaza sonrası felç kaldı, ama pes etmeden engellilik hakları ve araştırmaları için hayatını adadı. Onların mücadeleleri, zorluklara rağmen dünyayı değiştirme ve geliştirme çabaları benim için büyüleyici.

Benim de yapmak istediğim tam olarak bu: insanlığı bir şekilde etkilemek. Elbette iyi yönde… Çünkü kötülüğü gösterip insanları iyiliğe yönlendirmek, bence yapılabilecek en değerli şeylerden biri.

Zihnimin Prototipi adlı kitabınız farklı türler arasında dolaşan öykülerden oluşuyor. Kitabı kurgularken bu çeşitliliği özellikle mi hedeflediniz?

Zihnimin Prototipi benim birikimlerim, daha doğrusu zihnimin biriktirdikleri... Bazen gördüklerim, bazen hissettiklerim, bazen de duyduklarım. Hepsinin izleri var bu hikâyelerde. Yani evet, öyle diyebilirim.

Her ne kadar benim çok sevdiğim türler olsa da, bir yazarın kendini sınırlamasına karşıyım. Tabii ki yetenekleri doğrultusunda... Örneğin komedi yazamayan birinin sırf denemek için komediye zorlaması doğru değil. Ama eğer yapabiliyorsa, kendini sınırlamasının da doğru olmadığını düşünüyorum.

Bir yazar aslında bir düşünürdür. Ve düşünür, her alanda, her konuda üretebilmelidir. Bunun için her konuda uzman olması gerekmez; önemli olan yazmak için gerekli olan şey: düşünebilmek ve sorgulayabilmek.

Sol elinizle telefondan yazmak ve sol ayağınızla kalem tutabilmek büyük bir azim gerektiriyor. Yaratım sürecinizin fiziksel zorluklarıyla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Ben Christy Brown gibi ayağımla kalem tutup yazamıyorum. Fakat serebral palsili bir birey olarak, hem empatiyle hem de aynı engeli paylaşmanın verdiği deneyimle şunu söyleyebilirim: Bir şeye odaklandığınızda kontrol diye bir şey kalmıyor. Kitap okurken, yazarken, izlerken, yemek yerken, hatta uyurken bile kasılmalar peşimizi bırakmıyor. Bu da odaklanmayı zorlaştırıyor; gerçekten çok yıpratıcı ve yorucu bir durum.

Engel türlerinin hepsi birbirinden zor, hatta çok zor. Bir şeyi yapamamak, mesela 100 metreyi 9.58 saniyede koşamamak gibi bir şey değil. O bir yetenek meselesi. Ama en basit ihtiyacınız olan yemeği bile kendi başınıza yiyememek, bence dünyanın en ağır deneyimlerinden biri. Bunun yanında -bir şeyleri başaramamak ile ilgili içsel- önyargılar da var; özel hayatımda da, sosyal hayatta da, iş hayatımda, hatta kendi iç dünyamda da karşılaştığım önyargılar fiziksel zorluklardan bile daha ağır olabiliyor.

Zorluklarla başa çıkmak kolay değil. Çoğu zaman pes edip baştan başladığım, farklı şeylere yöneldiğim oldu. Ama bir şekilde, Albert Camus’nün absürdizminde olduğu gibi, kendimi hayata kaptırarak devam ettim. Bu sayede fiziksel ve duygusal zorluklarla baş etmeye çalışıyorum. Belki de “baş etmek”ten çok, dağılmak ve yeniden toparlanmak daha doğru bir tanım olur.

Yakın gelecekte yeni bir öykü kitabı, senaryo ya da film projesi var mı?

Yazmaya çalıştığım öyküler ve senaryolar var. Ama şu sıralar en çok istediğim şey, bir kısa filmimi hayata geçirmek. Hatta daha geçen gün, birlikte film üzerine çalıştığım yönetmen-senarist abim Raci Gündoğan ve yine yönetmen-senarist dostum Münevver Usta ile bu konuları konuştuk. Ne var ki, maddi imkânlardan dolayı şu an için oldukça zor. Özellikle sponsor bulma konusunda yaşadığım sıkıntılar nedeniyle projeyi ilerletmekte güçlük çekiyorum.

Sponsor bulmak ve onlara ulaşmak, özellikle engelli bir birey için neredeyse imkânsız bir süreç. Çoğu zaman önyargılarla karşılaşıyorum. Talepleri mantık sınırlarını zorluyor, hatta çoğu zaman sizi görmezden gelip geri dönüş bile yapmıyorlar. Kadınlar ve gençler konusunda sponsorluklar bulunabilirken ya da bu yönde birçok çalışma yapılırken, engellilere yönelik projeler ya çok sınırlı ya da neredeyse hiç yok. Tabii ki de kadınlara ve gençlere yönelik sponsorluklarda da adam kayırmak ya da taraf tutmak ya da herhangi bir çıkar peşinde koşmak var, bunun da farkındayım. Fakat yine de göstermelik de olsa biraz ölçümlü bir şeyler yapılıyor. En azından bunlardan faydalanıp %0.1 bile olsa ya da daha yüksek oranlarda olsa bir yerlere gelenler oluyor.

Sanat alanında desteklenen projeler genelde resim gibi daha ucuz ve çok organize olmayan işler oluyor. Ama sinema söz konusu olduğunda, engellileri destekleyecek sponsorluklar ya hiç yok ya da çok az. En azından ben bugüne kadar ulaşamadım. Burada altını çizmek isterim ki, kadınlara ve gençlere verilen desteklerin olmaması gerektiğini söylemiyorum; tam tersine çok değerli buluyorum. Sadece eşitlik ilkesine istinaden engellilere de aynı hassasiyetin gösterilmesini istiyorum.

Bu da aslında sistemin engellileri nasıl dışarıda bıraktığının açık bir göstergesi. Bence bu, engellilere karşı yapılan en büyük adaletsizliklerden biri.

Klasikleşen bir sorum var onu size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı dünyada ya da hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz?

Klişe ama güzel bir soru. Benim verebileceğim cevap da belki klişe olacak: kimsenin engelli olmaması. Çünkü bu dünyada engelli olmak kadar zor bir şey olduğunu düşünmüyorum. Elbette açlık, aşk acısı, işsizlik, çaresizlik de çok ağır durumlar. Ama elimde gerçekten sihirli bir değnek olsaydı, bunların hepsini ortadan kaldırmak isterdim. Hayat, gerçek anlamıyla bakıldığında aslında o kadar da mistik değildir. Oysa, tüm engellilere -buna demans, kanser hastaları da dâhil- bir hayat daha borcu var gibidir; fakat bu borcu hiçbir zaman ödemez. Çünkü hayatın kendisinde doğal bir büyü yoktur. İnsan sadece kendi tasarladığı ya da kendi sözleriyle büyülü kıldığı anlarda, örneğin aşkta, böyle bir hisse kapılır. Ama gerçek şu ki, hayat, engelli olmuş ya da sonradan engelli hâle gelmiş herkese bir ikinci yaşamı borçlu görünmektedir.

Hatta insanın egosunu ve bencilliğini de yok etmek isterdim. Ama o zaman sanat gibi bir kavram ortada kalır mıydı, emin değilim. Yine de sanatın bunların ötesinde bir şey olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla sihirle değiştirebilecek olsaydım, bu olumsuzlukların hepsini ortadan kaldırmayı seçerdim.

Bir de şöyle düşünüyorum: O kadar sıradan bir dünyada yaşıyoruz ki, süper kahramanlar yaratıyoruz, fantastik dünyalar kurguluyoruz. Ama bunların hiçbiri gerçek dünyada yok. Belki de bu, zihnimizin bize sunduğu en güzel hediye… Ya da en azından yaratıcı zihinlerin insanlığa sunduğu bir armağan.

(SERKAN SELİNGİL)

 

 







 
Son Eklenen Haberler