18 Ağustos 2025, Pazartesi

Yarım kalan hikayeleri tamamlıyor

18 Ağustos 2025, Pazartesi 06:53

     


Kitaplarıyla hem ulusal hem de uluslararası birçok ödüle layık görülmüş avukat, yazar ve insan hakları savunucusu Muharrem Erbey ile kitapları, öyküler ve edebiyat üzerine konuştuk. İyi okumalar.

Edebiyat yolculuğunuz nasıl başladı? Avukatlık gibi zorlu bir mesleğin yanında yazarlığı nasıl konumlandırıyorsunuz?  Bu sorulara ek olarak da söyleşinin başında bize kendinizden bahseder misiniz?

Çocukluğumda yaz tatillerinde Diyarbakır’a bağlı Hazro ilçesine giderdim. Dedem Hacı Salih Dengbejdi. Kırık sazı vardı. Hep onarır, telleri bağlar, Kürtçe içli stranlar (türküleri) söylerdi. Şarkıları içli ama eksikti, neden nasıl ama eksik ve yarım kalıyordu. Anneannem Hezê, gece çıra ışığında bana Kürtçe masallar anlatırdı. Çıra ateşinin yalımı duvarda oynarken, uykuya dalardım. Sabah kalktığımda o masalları tamamlamaya çalışırdım. Bütün çocukluğum yarım kalan Kürtçe stranları ve masalları tamamlamakla geçti. Herkes gibi ben de tamamlanmamışlık duygusuyla büyüdüm, işte ben o yarım kalmış hikâyeleri tamamlamayı kendime görev edinen çocuk, hem kendimin hem de bu coğrafyada hikâyesi yarım kalan herkesi kendi derdim meselem olarak görüyorum. Hiç kimsenin hikayesi yarım kalmamalı, yarım bırakılmış hikayeler de yazılmalı diyerek onları tamamlamak, görünür ve anlaşılır kılmak gibi bir misyon yüklendim kendime. Hem metafizik bir çağrıya cevap oluyorum, hem de tarihsel sorumluluğun gereği onların sesi olmaya, hikâyesi yarım kalanları görünür kılmaya çalışıyorum. Bana göre insan, doğudan dünyaya dağılmıştır. Gittiği yerde huzursuz olması bundandır. Huzur için yeniden doğuya, kendisine içine evine dönmesi gerekir. Ben eve, kendine dönüş hikâyeleri yazıyorum.

Kitaplarımın özgeçmiş kısmında yazılanlara göre, 1969’da Diyarbakır’da doğdum. İlk şiirim 1981’de çocuk dergisi Furi’de yayımlandı. Lise yıllarında kara kalemle resim yaptım. 1997’de yazmaya karar verdim. 1998’den itibaren ulusal ve uluslararası alanda çok sayıda kültür sanat dergisinde, gazete ve web sayfasında, makale, öykü, deneme ve röportajlarım yayınlandı. Öykü, makale ve denemelerim, İngilizce, Almanca, İsveççe, İtalyanca, Norveççe, İspanyolca, Arapçaya çevrildi. Edebiyat, barış ve insan hakları alanındaki çalışmalarımdan dolayı, 1999 Ankara Barosu Öykü Ödülünü, 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü ödülünü, 2012’da Ludovic Trairieux Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Ödülünü, 2014’de Norveç PEN Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülünü, 2014’de İsveç Pen baskı altındaki yazarlara verilen Tucholksy Ödülünü aldım. 2016 Yaşar Kemal Öykü Seçkisi ve 2018 Oğuz Atay Öykü Seçkisi dahil olmak üzere, çok sayıda seçkide öykülerim yer aldı. Bir öyküm 2023’te İngiltere’de, 2046 Yılında Mahabad adlı seçkide yer aldı. İngiltere’de 2022 Çeviri Ödülü’nü alan seçki İngiltere, Amerika ve Kanada’da İngilizce, İspanya’da Bask ve Katalan dillerinde yayınlandı.

2002’de Kayıp Şecere adlı öykü kitabım, Kürtçe Türkçe Barış Hikâyeleri Seçkim,  Babam Aharon Usta, öykü kitabım, Tahir Elçi Hikâyesi, biyografi çalışmam, Jacob ile Amina romanım ve Aram ile Leyla adlı romanım yayınlandı. Şimdi serbest avukatlık yapıyorum, okuyor ve yazıyorum. Gelecekte topluma dair çok şeyi edebi metinler aracılığıyla anlatan, bir yazar olarak hafızalarda yer almak istiyorum.

"Babam Aharon Usta" kitabınızda kişisel anılarınızı ve aile bağlarını işlediniz. Bu kadar kişisel bir hikayeyi yazarken duygusal olarak nasıl bir süreç yaşadınız?

Her yazar hikaye ve romanlarında biraz kendisinden, ailesinden, cebelleştiği dertlerinden varsa korkularından bahseder. Ben de içine doğduğum coğrayayı ve açmazlarını yazıyorum. Gördüğüm, duyduğum, yaşadığım, hissettiğim hikayelerin kendi dünyamdaki karşılığındaki sesleri, kelimeleri, duyguyu keşfe çıkıp yazıyorum. Yaşadıklarımın, kalbime, bedenime çarparken çıkardığı sesi merak ettim, ne hissettiysem onu yazdım, insan yaşadıklarına gösterdiği tepkiden ibarettir. Kişisel olanı yazmak hem güzel hem de sakıncalıdır. Çünkü otokontrol, otosansür yapma zorunluluğu hissederesiniz. Hepsini ben yaşamadım diyemem, çoğu kurgusal metin diyebiliriz. Satır aralarında benim sesim, tepkim , sessizliğim, suskum var, hayata bakışımı ele aldım. Çözüm odaklı olmayan toplumuz. Sorunları tekrar etmekten haz alırız. Tek ezberimiz serzenişte bulunmak, sonra hac vazifesini yerine getirmişcesine kalkıp dağılmak. Buna karşıyım, çözümü de anlatmaya çalışıyorum aslında hikayelerimde. Çözüm kendin olmak, kendini tanımak, keşfe çıkmak. Kendin olunca özgürlük kapıları bir bir aralanır.

Tahir Elçi gibi bir sembol ismin hikayesini yazmak büyük bir sorumluluktu. “Tahir Elçi Hikayesi”ni kaleme alırken en çok neye dikkat ettiniz?

Tahir benim arkadaşımdı. Ortak dosyalara girdik, insan hakları mücadelesinde bulunduk. Onu severdim, birbirimize bazı yönlerle benzerdik. İHD Diyarbakır Şube Başkanı’yken tutuklandım. Gelip avukatlığımı yapmak istediğini söyledi. Kabul ettim. Beni savundu. Sohbet ettik. Baro başkan adayı olduğunu, desteğimi istedi, destek verdim, yanında durdum. O’na barış borcumuz vardı, onu yazmayı düşünmedim, BBC Türkçe benden yazı istedi, iki yıl boyunca yazdım, yazdıklarım çok ses getirdi, ben de bu makalelerden yola çıkarak eşi Türkan ve tüm ailesi ve dostlarıyla görüşerek onu anlatmak istedim. Kitabı yazarken, herkes bana “Tahir nasıl öldü?” diye sordu, ben ise onlara “Tahir’in nasıl öldüğünü değil, 49 yıl nasıl yaşadığını yazdım,” dedim. Kürt hukukçu gençlerine, Tahir’in çok zor şartlarda kendisini tabir caizse küllerinden nasıl var ettiğini anlatmak için yazdım. Tahir bize, silahsız da korkusuz olunabileceğini gösterdi. 

Günahkarlar Kalesi serisinde fantastik veya mitolojik unsurlara yer verirken, aynı zamanda gerçekçi bir toplumsal zemin oluşturuyorsunuz. Bu iki dünyayı bir araya getirme sürecinde hangi dengeyi kurmaya çalıştınız?

Günahkarlar Kalesi, tarihi bir aşk romanı serisi, aynı zamanda Mezopotamya halklarına, öğretilerine, inançlarına, toplumsal ve siyasal yaşamlarına, farklı olmalarından dolayı başlarına gelenleri gerçekçi bir bakış açışıyla mercek tuttum. Romanda insanların hayatına yeni ufuklar açacak kadim öğretileri de barındırıyor. Hayatın anlamını sorgulayan, aşkı, idealleri, kendi olmayı sırlarla dolu bir sarmal içinde anlatan bir seri roman. 1850’den günümüze Mezopotamya’da yaşayan ve birbiriyle düşman ettirilen Yahudi, Arap, Ermeni, Süryani ve Kürt halklarını ve onların yaşadıklarını aşk temasıyla anlatmaya çalıştım. Egemen devletlerin özellikle 1915’deki Ermeni ve Süryanilere uygulanan zülmünu anlattım, devletsiz olan Süryani ve Kürt halklarını görünmez hale getirmeye çalışan anlayışı yazdım. Ezidileri, Alevileri yazdım. Hikayeleri yarım bıraktırılmaya çalışan halkları inançları, öğretileri tarihi bir araştırma yaparak, yemekleri, gelenekleri sosyo kültürel değerleriyle birlikte kaleme aldım. Egemenlerin, toplumsal kodları kendilerine göre belirlemeye çalışmalarına itiraz ettim. Eşitlik dengesini oluşturmaya çalıştım. Olanı yazdım. Ne eksik, ne fazla.

Günahkârlar Kalesi için bir imkanmekandır, demiştim. Herkesin rengiyle, farklılığıyla, günahıyla, sevabıyla genel kabul gördüğü bir mümkün-ü ütopyadır. Aslında çıkışı gösteriyorum. Mezopotamyadaki Medya halkları olan, Asuri Süryanileri, Armen’leri ve Kürtleri birleştiriyorum. Bu bir ütopyadır.

2012 Nobel edebiyat ödülü sahibi Çinli yazar Mo Yan, Kızıl Darı Tarlaları Romanı’nda 1937-40 Japonların Çin’i işgal döneminde yaşananları destansı bir dille şöyle yazar. “Ailemizin tarihine baktığımızda aile omurgamızın karanlık kuyu ve mağaralarla derin bir bağı olduğunu fark ettim,” der. Ermeniler ve Süryanilerin de kuyu ve mağaralarla ölerek, saklanıp hayatta kalarak bağ kurmuşlardır.

Edebiyatın, özellikle sizin eserlerinizin, toplumsal barış ve uzlaşma süreçlerine katkıda bulunabileceğini düşünüyor musunuz? Bu bağlamda yazarken kendinize biçtiğiniz bir misyon var mı?

Aram ile Leyla’yı “bu bir yüzleşmeye çağrı romanıdır” dustürüyla yazdım. Egemenler, Anadolu ve Mezopotamyada öteki halkların, dillerini, kültürlerini, inançlarını görünür hale getirmeye çalıştım. Tek tipleştirme, homojenleştirme çabasını katliamları, sürgünleri, dillere, dinlere, farklı kültürlere tahammülsüzlüğü yazdım. Farklılığın zenginlik olduğunu yazdım. Farklılığın korunmadığını, demokrasinin, özgürlüğün, barışın ne kadar zahmetli bir yol olduğunu yazdım. Insan bir süre sonra birlikte yaşadığına ve mücadele ettiğine benzer. İşte bu tehlikeyi görüp, insanlara kendilerini keşfetmeye, tanımaya, özüne dönmeye, bakış açımızı gözden geçirmeye yarayacak kurgusal metinler yazmayı seviyorum. Ben, iyiliğin ve sevginin misyoneriyim. Roman ve hikayelerimde, tüm dinlerin kutsal metinlerinde var olan gerçek ve mistik sevgiyi işledim.

Uzun yıllar insan hakları mücadelesi vermiş bir avukat olarak, mesleki deneyimleriniz edebî üretiminizi nasıl etkiledi? Sizi yazmaya devam ettiren şey nedir?

Herkes siyaset sonrası yazmaya başlar, beni de öyle zannettiler. Ama ben çocukken dinlediğim Kürtçe masallarla büyüdüğüm çocukluk yıllarında kısa hikâyeler, şiirler yazmaya başlamıştım. İlk şiirim 1981’de 13 yaşındayken çocuk dergisi Furi’de yayımlandı. 75 TL telif ücreti aldım.  Lise yıllarında kara kalemle resim yaptım. 1997’de avukatlık stajım sırasında yeniden yazmaya karar verdim. 1998’den itibaren ulusal ve uluslararası alanda çok sayıda kültür sanat dergisinde, gazete ve web sayfasında, makale, öykü, deneme ve röportajlarım yayınlandı. İnsan hakları mücadelesi sırasında edindiğim tecrübe, yaşadığım deneyim hikâyelerimi besledi, yazmayı bekleyen çok sayıda hikâye birikti. Hak ve özgürlükler mücadelesi sırasında karşılaştığım binlerce olay oldu, kısmen onları yazdım, yazmaya devam ediyorum.

Diyarbakır’da doğup büyümenin ve Sur’a olan sevginizin, kimliğinizi ve eserlerinizi nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz?

Sur içinde doğdum. Çocukluğum Sur’da geçti. Şair ‘herkes çocukluğu kadardır’ derken, gelecekteki yaşantımızı çocukluğumuzdaki yaşantılar belirler demek istemişti. Yaz tatillerinde Hazro’da anneannem Hezime’nin gece çıra ışığında anlattığı Kürtçe hebroşk dediğimiz masallarla büyüdüm. Sur’da annem de bize masallar anlatırdı. Çok kültürlü, çok dilli bir toplumda, Sur içinde büyüdüm. Hala kulaklarımda kiliselerin çan sesi ile camilerden yükselen ezan sesi karışık olarak vardır. Her çarşamba babamın Radyo Erivan’dan gizlice dinlediği Kürtçe şarkıların nağmeleri kulaklarımda çınlar. Saray Kapı semtinde doğdum. Saraylı olmasak ta, saray kapısında oynamak, oraya ait devasa enerjinin bir parçası olmak demektir. Sur’da balkonda yıldızları seyre dalarak uyurdum. Sur’da her şey hikâye ile anlatılırdı. Hikâye anlatmanın ne kadar kudretli bir duygu olduğunu o anlarda fark ettim. Hikâye anlatarak yeni bir hayat, yeni insanlar, şehirler yaratıyorsunuz, tuhaf, çarpıcı, kimi yerde gülünç, zıtlıkların birliği inanılmaz grotesk geldi bana. Yaratıcı olmak hoşuma gitti ve ben hikâye anlatıcısı olmak istiyorum dedim.

"Yazmak" ve "savunmak" kelimeleri sizin için nasıl kesişiyor?

İlginç ve güzel bir soru. İnsan tarih boyunca hep görünür olmak istemiştir. Mağaralara resim yaparken de, kayalara heykel kazırken de, devasa surlar, anıtlar yaparken de tek amacı unutulmamak ve görünür olmaktır. Yazmak bir yaratım uğraşı alanı, yazmaya öyle ulvi bir boyut kazandırmanın anlamı yok, bir marangozun sandalye, masa yaratım süreci gibi diyebilirim. Yaratırken işin içine duygularını katıyorsun. Sadece yazmış olmak onu anlamlı hale getirmez, eserin anlamlı ve kalıcı olması onu görünür hale getirir. İnsana ve duygularına aracı olmak, yaşadıklarından hikâyeler üreterek görünür hale getirmek güzel bir insani eylemdir.

Savunmak eylemi de yine insanlarla ilgilidir. İnsanın temel haklarını yaşaması, haklarla birlikte o insanın, topluluğun görünür olması için yapılan bir çabadır. Dolayısıyla yazarken insanı, savunurken yine insanı merkez/ölçüt alıyorsunuz. İnsana ait yaşanmışlıklarının ve haklarının görünür olması amacıyla “görünmenin bilinmenin” merkezde olduğu benzer iki önemli eylem diyebiliriz.

Sizin için “edebi sorumluluk” ne demek?

Yazarın edebi sorumluluğu var mıdır? Bence yoktur, olmamalı da. Sonuçta kurgusal metin yazıyorsunuz. Gerçek bir olaydan esinlenebilirsiniz, ama o olayı yeni baştan, ilavelerle veya baştan sona değiştirerek, karakterlerinize pelerin taktırıp uçurabildiğiniz, görünmez yapabileceğiniz bir özgürlük alanından bahsediyoruz. Ben toplumsal içerikli hikâyeler anlatmayı seviyorum. Toplumu ve onun yaşadıklarını esas alıyorum. Gerçeğe bire bir sadık kalmaya özen gösteriyorum, çıkış noktam gerçek ama toplumda mitler, efsaneler, sofistike anlatılar da var, onları da romana katmayı seviyorum, onlar olunca hikâyenin gerçekle bağı farklılaşabiliyor. Gerçeğin moda mod aynısını yazmıyorum. Aynısını yazarsan edebi eser olmaz. Kurgu metin sana aittir. Dolayısıyla edebi sorumluluk kavramsal olarak sorunlu, yazarın iyi bir edebi metin yazma sorumluluğu dışında bir sorumluluğu yoktur, okuru saran, hikâyenin içine girmesine neden olacak iyi bir metin yazma sorumluluğu vardır.

Yeni bir kitap projeniz var mı?

Günahkârlar Kalesi’nin üçüncü cildi olan Muhammed ile Melisa adlı romana başladım. Aslında daha önce epey yazmıştım, 18 söyleşiden sonra bir süre dinlendim, şimdi sıcaklara ragmen yoğun bir okuma sürecine girdim. Roman 1980 sonrasını anlatıyor. Kürt Muhammed ile Yugoslavya  Türklerinden Melisa’nın aşk hikayesini kaleme aldım. Romanda sıklıkla anlattığım kayalara oyulmuş elin sırrı burada çözülüyor. Büyük sır ifşa ediliyor. Küçük bir sufle, sır; kaderleri bir çok defa kesişen dağlı olan Makedon halkı ve Kürt halkıyla ile ilgili. Hepsi bu kadar.

Klasikleşen bir sorum var onu size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı dünyada ya da hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz?

Kendisinden, doğadan, kısaca evinden kandırılarak uzaklaştırılan, gerçek hayata sırtını dönen, Buda’nın, Zerdüşt’ün, Hz. Musa’nın, Hz.İsa’nın, Hz.Muhammed’in bize göstermeye çalıştığı mistik hayata dönüşü sağlamak için tüm insanlığı uyandırmak isterdim.

(SERKAN SELİNGİL)

 

 

 

 







 
Son Eklenen Haberler