25 Ağustos 2025, Pazartesi

‘Edebiyat hayata anlam yükleme çabası’

25 Ağustos 2025, Pazartesi 06:06

     


Onun için yazmak, hem gerçekliğin sertliğini aşma arzusu hem de varoluşun belirsizliğinde bir anlam arayışı. Edebiyatı insanı anlama çabası olarak gören Nihat Kopuz ile kitabı O Yazar Muhtemelen Benim’i, eleştirmenliği ve öyküleri konuştuk.

“O Yazar Muhtemelen Benim”in öykülerinde, okuru tanıdık ama yeniden kurgulanmış bir dünyaya davet ediyorsunuz. Aynı zamanda da  “Gerçekliğin katılığı ve acımasızlığına boş verişlerimizi reddederek” yazdığınız söyleniyor. Sizce okurun gerçekle yüzleşme ihtiyacı, edebiyatla nasıl dengeleniyor? 

Çocukluğumdan ilk gençliğime oradan da şimdiki yaşıma dek evreni düşlemeyi ve anlamaya çalışmayı seven biriyim. Henüz yedi yaşındayken camii hocalarına içinden çıkılmaz sorular sorardım, okul yıllarımda da bu sonu gelmez sorular devam etti. Yaş aldıkça kafamdaki sorular felsefeye kaydı ve iyice derinleşti. Niye varız, bir zamanın başlangıcı mümkün mü, eğer bir zaman başladı ise öncesinde ne vardı… 

Şimdi burada da okura, yazara soruyorum bir gerçek var mı ki? Bütün edebiyat ve felsefe bir anlam arayışı olmanın yanında bir oyalanma da olmaz mı? Yani bütün bu kocaman belirsizliğin ortasında edebiyat yapmak bir kişisel kandırmaca veya oyalanma da olabilir.  

Bence edebiyat her şeye rağmen kişinin kendi küçük ve zamansal anlamda kısıtlı hikâyesine bir anlam yükleme çabasıdır. Okur da burada devreye giriyor. Diyor ki: “Aaa falanca yazar ne güzel ifade etmiş, ben de aynı düşünmüştüm.” Okurun burada aslında dediği şey şu: Ben bunu yazmayı beceremezdim ama bunu ben de düşünmüştüm. İçimden geçenleri anlatmış. Bu benim gerçeğim ve bunu başka birinden duymak hoşuma gitti.  

Evet, öykülerimde ısrarcı bir tavır var. Bir üst insan modeli her öykümde çizili. Bu taviz vermediğim bir kişi ve kişiliktir. Okumuş yazmış kişidir bu. Şehirlidir. Şair veya romancıdır. Bilmiş biridir. Çevresine ve insanlığa göre üst bir insandır ama onları da anlamaya çalışan küçük görmeyen biridir. Bu tavırla insanlığı bir yere çağırıyorum. Bu yer ideal bir yerdir. Kötülüğe karşı duran bir yerdir. Anlamaya çalışan bir yerdir. Fakat toplumcu gerçekçilerin tavrını takınan bir anlama çabası da değildir bu. Mesela resimlere anlam yüklemeye çalışırken onları çekiştire çekiştire yırtmak yerine o resimlerdeki gözlere ve hikâyelere bakmayı becerebilmektir benim anlatmaya çalıştığım anlama çabası.  

Benim edebiyattan ve gerçeklikten anladığım şeyi yıllar önce Thomas Mann, Venedik’te Ölüm adlı eserinde söylemiştir: “Edebiyat insanı anlamak üzerine kuruludur.” 

Yazarlık yolculuğunuz nasıl başladı?  Hayatınızın neresinde konumluyorsunuz yazmayı? Bu soruyla bağlantılı olarak da söyleşinin henüz başındayken sizi tanıyabilir miyiz? 

Orhan Pamuk, Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton Dersleri’nde (Harvard her yıl bir yazarı kendi sanatını anlatmak üzere çağırır ve 2010’da Pamuk’u çağırmıştı) yazarla okurun, dışarıdaki hayatla da romanların yerini değiştirebileceğimizi söyler. Yazarla okurun yerini değiştirmek okuya okuya yazara dönüşme anlamına gelir. Hayatlarla romanların yerini değiştirmekse asırlar önce Platon’un işaret ettiği şeydir: Sanatın nihayetinde gerçek hayatın taklidine dayanması.  

Bunu şundan örnek verdim: Ben de her bir yazar gibi bu işe okuyarak başladım. Özellikle Rus yazarlar ilk gençlik yıllarımda üzerimde çok güçlü tesirler bıraktı. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri, Tolstoy’un Anna Karenina’sı bana edebiyatın büyülü dünyasını açan kitaplardı. Dostoyevski kelimesel ve psikolojik bir yazardı. Romanlarında odalar bomboştu. Bize odaları ve eşyaları betimlemeyi değil insan psikolojisini ve hâllerini anlatmayı severdi. Bu yönü ile tam bir çılgındı ve anlattığı şeyler, içinde kendi gerçekliğinizi de yakaladığınızdan (belki de kendi rezilliklerinizi demek lazım) her sözü yüzünüze bir tokat gibi iniyordu. Bu yönü ile Dostoyevski’ye sadece bir sanatçı demek yeterli değildir. Mecazen söylüyorum; o âdeta bir peygamber iyiliğine sahipti.  

Tolstoy ise benim için gelmiş geçmiş en büyük sanatçıdır. Odaları tıkış tıkış eşyalarla dolu olan Tolstoy’u okurken kendinizi anlattığı odaları resmetme isteği içinde hissedebilirsiniz. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmayan bir göz vardır Tolstoy’da ve bu göz canınızı hiç sıkmadan size bin sayfa hayat anlatabilir.  

Bu iki büyük yazarın yanına zamanla binlercesi eklendi. Fransa’dan Balzac, Flaubert, Hugo, Stendhal gibi 19.yy yazarları ile 20.yy’dan Albert Camus’nün üzerimde tesiri büyüktür. İngiltere’den Shakespeare adeta tutkunum. Almanlardan Thomas Mann benim yazarımdır. İtalyadan Calvino’yu çok severim. Borges’in yeri de apayrıdır bende. Bizden ise Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Tanpınar ve Yaşar Kemal beni derinden etkilemiştir. Kimlerden etkilendim? Bunlar böyle uzar gider, saymakla bitmez.  

Nasıl yazar oldum: Bunları okuya okuya, büyülenerek ve keyif duya duya…    

Kimim? 

Kendimi bir yerde bir zamanda ve bir aidiyet içerisinde göstermek istemem. İnsanım ve yaşıyorum. Yazmayı ve okumayı seviyorum. Çeşitli dergilerde, e-dergilerde yüze yakın eleştiri yazısı yazdım. Ortak yazılı kitaplarda öykülerimle sık sık yer aldım. İki yıl önce de O Yazar Muhtemelen Benim adlı ilk öykü kitabım H2o Yayınları tarafından yayımlandı.  

Eleştirmenlikte “tarafsızlık” mümkün mü diye sormak istiyorum. Devamında da şunu sorayım;  edebiyat eleştirmenliği yapan bir yazar olarak, kendi metinlerinizi yazarken eleştirmen bakışınızı nasıl kontrol ediyorsunuz? 

Son zamanlarda eleştirmenlik bir çeşit kitap tanıtımı olarak algılanmaya başlandı. Bu çok yanlış ve eleştirinin ölümüne işaret ediyor. Eleştiri çok özel bir alandır ve çok zekice bir iştir. En başta analizdir ve oradan senteze kadar ulaşma ihtimalimiz vardır. Falanca şunu yazdı, benim de hoşuma gitti demek bir eleştiri değildir. Bu noktaya dikkat etmeli gazete ekleri ve dergiler.  

Gerçek bir eleştirmen elbette ki tarafsızdır. Fakat onun da sevdiği sanatçılar ve nihatetinde bir dünya görüşü vardır. Tarafsızlık burada biraz kırılabilir. Gerek yazdığım yazılara cevaben gerekse konuşmacı olarak katıldığım programlarda bir hayranlıkla Orhan Pamuk’u övdüğümde hemen biri çıkıp şöyle der: “Yaşar Kemal’e neden Nobel vermediler?” Ben de yarı şaka olarak ve aynı zamanda gerçeklik de taşıyan şu cevabı veririm: “Romanlarının merkezine İstanbul gibi bütün insanlığı ilgilendiren bir şehri koymadığı için.” Bu çıkarımım gerçektir aslında. İstanbul’u büyülü bir şekilde anlatabilmek, orada Batılıların gözünde bir egzotizm yaratabilmek sizi öne geçirir. Yaşar Kemal Nobel alamaz mıydı? Alırdı elbette, o güce sahipti. Fakat bu kesin alacağı anlamı taşımaz ki! Nobel her yıl bir defa veriliyor ve Yaşar Kemal gibi hak edip alamayan bence bine yakın yazar geçti bu dünyadan. Yani durum matematikle, sayılarla da ilgili.  

Öykü yazarken de eleştirmenim ben. Onları okuyan dikkatli ve uyanık okur bunu rahatlıkla görebilir. Öykülerim kendi eleştirilerini bile yaparlar. Bazen bir gönderme ile bazense ana karakter üzerinde. Öykülerimin içinde kürsüye çıkıp edebiyat eleştirisi yapan karakterlerim bile var.  

Hayır, öykü yazarken eleştimen bakışımı kontrol etmiyorum, hatta serbest bırakıyorum. Kendi yazılarımı okumam ama. Yazmışım ve gitmişlerdir. Dönüp okumam onları.  

Sizce bir yazarın kendi hayatından tamamen kopuk karakterler yaratması mümkün mü? Yoksa her öyküde yazarın izleri mutlaka mı vardır? 

Mümkündür tabi. Özellikle edebi eserlerin dışında kalanlar için daha da mümkündür. Mesela Stephan King tarzı bir yazarın kendi yaşamından ve çevresinden beslenmesi oldukça sınırlıdır. Yalnız onda bile karakterler biraz yazarın kendi iç sesidir. Kendi yaşamından o bile beslenir. Masaya oturup bir şeyler yazarken bilinç akışı hızlanır. Çoğu zaman yarı saflıkla ilerleyen yazı sanatında çocukluğumuzdan içinde bulunduğumuz zamana kadar bir çok anımızı masaya çağırırız. Bunu bazen düşünceli bir şekilde bazense safça yaparız.  

Edebiyat öğretmenisiniz. Öğrencilerinizle olan etkileşiminiz, öykülerinize yansıyor mu? 

Hayır. Öğrencilerim hakkında hiçbir şey kaleme almadım. Sınıfa girdiğimde bir yazar gibi de davranmam ama özellikle çok zeki olan öğrenciler (veya felsefe ve edebiyata derinden ilgi duyanlar diyelim) bu yönümü görür ve dünyaya bakışımdan etkilenirler. Öğrenci dostum çoktur. Onlarla gidip bir kafede bir şeyler içeriz. Saatlerce sohbet edebileceğim ve bundan keyif aldığım öğrencilerim var. Kafede bir şeyler yudumlarken de en az konuştuğumuz şey edebiyattır. Edebiyatın yerine felsefe yapmayı daha çok severim bu zamanlarda. Evren nasıl var oldu, gelecekte bizi neler bekliyor, nanoteknoloji ve yapay zekâ devrimi bizi nereye taşıyacak bigi soru ve konular hem onları hem de beni daha çok kendine çeker diyebilirim.  

Öyküleriniz ve inceleme yazılarınız pek çok önemli edebiyat platformunda yayımlandı. Sizce Türkiye’deki edebiyat dergilerinin ve sanal fanzinlerin güncel edebiyat ortamına katkısı nedir? 

Yukarıda da belirttim. Eleştiri noktasında çok zayıfladılar ve buna dikkat etmeliler. Dergiler salt kitapların tanıtıldığı yerler olmamalı. Az da olsa eleştirden anlayan ve onu seven bir okur kitlesi var. Onlara seslenmeliler daha çok. Dergilerin zorluklarını da anlıyorum. Gerçek dergi okuru neredeyse kalmadı. İnsanların tamamına yakını düzenli şekilde dergi takip etmiyor ve bu durum onları mali açıdan da sıkıntıya sokuyor.  

Dergi takip ederim elbette. İsim vermeyeyim, reklam olmasın. Pekçok yeni yazarın öykülerini takip etmeye çalışıyorum. Henüz kitap yayımlamamış ya da birkaç kitabı olan yazarları dergilerden izliyorum. Güzeli de var kötüsü de.  

Bir metnin sizce “iyi bir öykü” olabilmesi için hangi özellikleri taşıması gerekir?  

Arjantinli bir yazar, zannederim Cortazar olmalı, öyküyü tanımlarken çok güçlü bir benzetme yapmıştır. Romanı bir ağaca öyküyü ise o ağaçtaki dallara benzetmiştir. Herbir dal bir öyküdür yani. Bunu unutursanız ya da dalın dışına taşmadan yazmak gibi bir yeteneğiniz yoksa öykü yazmayın, gidip roman yazın. Belki romacısınızdır.  

Bende öykü fikri bir ilk cümle ile canlanır. Bir cümle düşer zihnime. Onu evirir çevirir tekrar edip dururum. Bazen metroda düşer aklıma bu cümle, bazen bir kafede otururken bazen de banyoda. Onu bir yere not ederim. Cümle üzerindeki heyecanım devam ederse o, bir şekilde öyküye dönüşür. Bütün öykülerim bir ilk cümle ile başlamıştır ve devamı gelmiştir diyebilirim. Masaya oturduğumda elimde bu ilk cümle vardır ve tam olarak ne yazmak istediğimi de bilmem. Yazdıkça bir yere bağlanır öykü.  

Öyküde çok da güçlü bir konu olmasına gerek yok. Çünkü yazdığınız şey bir roman değil. Yalnız dağda, tepelerde, çiçeklerin arasında oyalanıp betimle yapıp duran şeyler de bana göre çekici öyküler değildir. Yani onda bir konu olsun da isterim. Mesela Sait Faik’ten çok Orhan Kemal öyküsü okumayı severim. Betimlenip duran şeyler romanda da canımı sıkar. Mesela Hugo’nun romanları ilerleyen sayfalarda müthiştir ama girişlerde bilgi ağırlıklı yaptığı betimlemeler can sıkıcıdır. Balzac bilgi aktarıcı betimlemeyi devam ettirmiştir. Bunu kıran, betimlemedeki bilgiyi silense Flaubert’dir. İyi ki yapmıştır. Edebiyatı rahatlatmıştır böylece.  

Önümüzdeki dönemde yeni bir öykü ya da roman projeniz var mı? Varsa biraz ipucu verir misiniz? 

Uzun zamandır kafamda taşıdığım bazı parçalarını da yazdığım bir romanım var. Belki zamanı geldiğinde altı ay gibi kısa bir sürede parçaları birleşecek ve ortaya çıkacaktır, bilmiyorum. Yazılmış ama yayımlanmamış iki kitap dolusu öyküm var. Bunları da yavaş yavaş yayımlatmayı düşünüyorum. Eleştiri yazılarımı da dosya haline getirdim. Şu an bir yayınevinin elinde. Her an basılabilirler.  

Klasikleşen bir sorum var onu size de sormak istiyorum. Elinizde sihirli bir değnek olsaydı dünyada ya da hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz? 

Bu soruyu gerçekten insanlar kendilerine ve çevrelerine soruyorlar. Bazı öğretmen arkadaşlarım elimde sihirli bir değnek olsa on yıl öncesine gidip Bitcoin’e para yatırırdım demiştir bana. Mantıksız değil tabi. Bu yüz bin kat daha zengin olmak demek. Yalnız bu zenginliği kullanma biçimi bakımından insanlar ayrışır. Kimisi o parayla kendine daha feci bir hayat hazırlayabilir, kimisi geri kalan hayatını gezmekle sürdürebilir. Bense bir Bitcoin milyoneri olsaydım büyük ihtimal odama geçip yine kitap okuyup kitaplar yazacaktım. O nedenle diyorum, hayatımda değiştirmek isteyeceğim pek de bir şey yok aslında. Keyif aldığım her şeyi yapabiliyorum. Gezmek, eğlenmek, insanlarla bir şeyleri paylaşmak… Zaten en sevdiğim şey düşünmek kadar bedava bir şey.  

(SERKAN SELİNGİL) 

 

 







 
Son Eklenen Haberler