28 Temmuz 2025, Pazartesi

‘Küçük anlardaki büyük duyguları yakalamayı seviyorum’

28 Temmuz 2025, Pazartesi 06:26

     


Gardenia Çiçeği ve Kökler ve Kanatlar adlı öykü kitaplarıyla okurlarını hem köklerine dönmeye hem de kanatlarını açmaya davet eden yazar İdris Kenç ile yazının dönüştürücü gücünü, karakterlerinin izini ve yakında okurlarıyla buluşacak yeni kitabı ‘Kendimden Notlar’ üzerine konuştuk. İyi okumalar.

Biyografinizde yazmanın sizin için “yarınlara dair umut ve geçmişte küf tutmuş duygulara derman” olduğunu belirtmişsiniz. Bu ifadeden hareketle de sizi tanıyabilir miyiz?

Yazmak, benim için kendimi yeniden inşa etme süreci. Ağrı’da başlayan, İstanbul’un kalabalığında yoğrulan ve Avustralya’nın sakinliğinde demlenen bir hayatım var. Bu ifade, yazının benim için hem yüzleşme hem özgürleşme anlamına geldiğini anlatıyor. Küf tutmuş duygular derken; çocukluğumun sokakları, aile hikâyelerinin içimde bıraktığı izler ya da İstanbul’un karmaşasında kaybolmuş anları kastediyorum. Yazarken bunları çıkarıyor, çözüyor ya da sadece anlamlandırıyorum. Umut ise, yazdığım her satırda geleceğe bir iz bırakma çabası. Kendimi gözlemci, biraz dalgın, ama hep bir hikâyenin peşinde koşan biri olarak tanımlarım. İnsanların küçük anlarındaki büyük duyguları yakalamayı seviyorum.

Gardenia Çiçeği ve Kökler ve Kanatlar adlı öykü kitaplarınızda sıkça geçmişle hesaplaşma ve geleceğe umutla bakma arasında bir denge kuruyorsunuz. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

Bu denge, aslında benim hayata bakışımla ilgili. Her iki kitapta da öyküler bir kırılma anında başlar: bir kayıp, bir yüzleşme ya da sessiz bir hatırlayış. Geçmişle hesaplaşma karakterlerin köklerine dönmesiyle gerçekleşiyor. “Zeytin Fidesi” ya da “Kanatsız Melek” gibi öykülerde, karakterler geçmişin izlerini taşır ama onları anlamaya da çalışır. Dilimi sade ama içten tutarak okuru o duygunun içine çekmeyi amaçlıyorum. Umut ise öykülerin sonunda küçük bir ışıkla beliriyor. Bazen bu, bir gülümseme ya da içsel bir kabulleniş oluyor. Avustralya’da yazarken bu dengeyi hem doğup büyüdüğüm yerlerin yoğunluğu hem de bulunduğum coğrafyanın dinginliği ile kuruyorum. Ne karanlık boğuyor ne de umut yapay kalıyor; ikisi de öykünün doğal parçası oluyor.

Karakterlerim çoğunlukla gerçek hayatla kurgunun bir karışımı. Ağrı’daki çocukluğumdan, İstanbul’un kalabalığından ya da Avustralya’daki kafe müşterilerimden küçük parçalar alıyorum. Bir karakterin mizahı bir akrabamdan, yalnızlığı ise bir otobüste rastladığım bir yüzden ilham alabilir. Ama bu parçalar öykü içinde dönüştürülüyor. Birebir birini yazmıyorum; daha çok, tanıdığım bir duyguyu alıp onun etrafına bir karakter örüyorum. Farklı kültürlerden insanlarla temas kurmak, karakterlerime daha evrensel bir boyut kazandırdı. Kökler ve Kanatlar’da Kobani’den gelen bir karakterle Avustralya’da yaşayan bir göçmenin yolları kesişiyor. Bu hikâye tamamen kurgu olsa da taşıdığı duygular gerçek.

Sizce “iyi bir öykü” neye benzemelidir? Okurun zihninde mi, kalbinde mi kalmalıdır?

İyi bir öykü, okurun hem zihnine hem kalbine dokunmalı ama en çok kalbine yerleşmeli. Zihinde kalanlar kurgusuyla ya da sürpriz sonuyla etkileyicidir; kalpte kalanlarsa okura bir şey hissettirir, onun iç dünyasında bir iz bırakır. Benim için iyi bir öykü sade ama özenle yazılmış olmalı. Her kelimesi yerli yerinde olmalı; ne eksik ne fazla. Öyküyü bitirdiğinde okurun içinde bir sızı, bir tebessüm ya da derin bir düşünce kalıyorsa, o öykü amacına ulaşmıştır. Gardenia Çiçeği’ndeki “Hırsız” ve Kökler ve Kanatlar’daki “Kanatsız Melek” öyküsünde bunu hedefledim. Okurun karakterin kırılganlığına temas etmesini istedim. Eğer bir yankı bırakabiliyorsa, öykü yaşamaya devam eder. 

Avustralya’da yaşarken Türkiye’ye dair gözlemlerinizi öykülerinize nasıl yansıttınız?

Avustralya’ya taşınınca, Türkiye’ye olan bakışımda hem mesafe hem de derin bir özlem oluştu. Bu mesafe, yazarken bana hem daha nesnel hem daha içten bir anlatım kazandırdı. Öykülerimde aile, aidiyet, kayıp gibi temalar hep Türkiye’nin bana bıraktığı izlerle şekilleniyor. İstanbul’un arka sokakları, Ağrı’nın kar kokusu ya da babaannemin sesi öykülere sızıyor. Avustralya ise bana kültürel çeşitlilik sundu. Kafemde çok farklı geçmişlere sahip insanlarla karşılaşıyorum. Bu gözlemler öykülerime evrensel bir tat katıyor. İki kültür arasında yazmak bana hem geçmişin köklerini hem de geleceğe doğru kanatlar kazandırdı diyebilirim.

Dijitalleşmenin edebiyat üzerindeki etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz? E-kitaplar, sesli kitaplar gibi yeni formatlara yaklaşımınız nasıl?

Dijitalleşme edebiyatı hem demokratikleştirdi hem de yeni zorluklar getirdi. Sosyal medya sayesinde sesimizi, eserlerimizi daha çok insana ulaştırabiliyoruz. Örneğin Instagram’da #KöklerVeKanatlar etiketiyle paylaştığım alıntılar yeni okurlar kazandırıyor. Ancak dijital dünyanın hızlı ve yüzeysel tüketim alışkanlıkları, edebiyatın derinliğini tehdit ediyor. E-kitaplar ve sesli kitaplar ise özellikle geniş coğrafyalarda yaşayanlar için büyük kolaylık. Bir okurum Gardenia Çiçeği’ni E- kitap olarak okuduğunu ve bu deneyimin onu çok etkilediğini söylemişti. Yine de basılı kitap hâlâ vazgeçilmezim. Sayfaların kokusu, kitabın ağırlığı başka bir deneyim sunuyor. Ama nihayetinde, hikâyenin özü taşıdığı ruhta. Format değişse de ruh kalıyorsa, edebiyat yaşıyor demektir.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir kitap veya proje var mı?

Evet, şu sıralar Kendimden Notlar adlı yeni kitabım üzerinde çalışıyorum ve baskıya hazır. Bu eser, kişisel gelişim, deneme, makale ve felsefi sorgulamaların iç içe geçtiği bir türde. Hayatın iniş çıkışları, ilişkiler, yalnızlık, doğa, sezgi ve dijital çağ gibi konuları samimi bir dille ele alıyor. Bir kaç ay içinde yayımlanacak olan bu 206 sayfalık kitap, okura hem düşünsel bir yolculuk hem de içsel bir keşif sunmayı amaçlıyor. Her bölüm, okuru kendine dönmeye ve hayatına yeniden bakmaya davet ediyor. Bir nevi “kendine yazılmış mektuplar” gibi.

Elinizde sihirli bir değnek olsaydı dünyada ya da hayatınızda neyi değiştirmek isterdiniz?

Sihirli bir değneğim olsaydı, insanların birbirine daha fazla empatiyle yaklaştığı bir dünya yaratmak isterdim. Herkesin bir hikâyesi var ve çoğu zaman sadece duyulmak istiyor. Ağrı’da, İstanbul’da, Avustralya’da tanıdığım herkesin iç dünyasında bir yara, bir umut var. Kendi hayatımda ise belki daha çok yazma zamanı isterdim. Ama bazen düşünüyorum, belki de yazmak zaten benim sihrim. Kafemde bir kahve yaparken ya da bir hikâyenin peşinden giderken, o değnek zaten elimde oluyor. Dilerim bu dünya daha az yalnız, daha çok anlayış dolu bir yer olur.

(SERKAN SELİNGİL) 

 

 







 
Son Eklenen Haberler