Neye Tutunacağız?
7 Kasım 2025, Cuma| Tweet |

İnsanlık Halleri - Sergül GÜLTEKİN
Bir anlam, devam etmek için bir neden. Sabah yataktan kalkmak ve gülümseyerek birilerine “ günaydın “ diyebilmek için bir yol. Sonbaharda renk cümbüşü sunan yaprakların şölenini, kışın yağan kardaki kahve eşliğindeki huzuru, bir kedinin uykusunu izlerken görünen o masumiyeti, denizin yosun kokusuyla birleşen o çekiciliğini fark edebilmek için bir uyanış.
Hangi şehirde olursak olalım ya da hangi ülkede doğmuş olursak olalım ortak ve evrensel olan bir şeydir keder ve anlam arayışı. Kimileri anlam var derken, kimileri de bir anlam olmadığını söyler. Ama son zamanlarda bir söylem daha var ki bu anlamsızlığa göre daha gerçekçi: “ hayatın anlamsızlığının anlamı “ kavramı. Hayattan vazgeçmeden, kopmadan ama ona da çok bağlanmadan bir yaşamı savunan düşünce. Dengede, gerçekçi ve etkileyici bir bakış açısıdır bana göre.
Viktorl E. Frankl, “ Anlam Arayışı “ kitabında şöyle der: “ İnsandan her şey alınabilir; bir şey hariç: Herhangi bir durumda kendi tavrını seçme, kendi yolunu seçme özgürlüğü.
Frankl, Nazi toplama kampı olan Auschwitz’de çektiği ızdıraba rağmen ve gözlemlediği insanların ızdıraplarına rağmen bu sözü söylemiştir. Frankl, tüm gözlemleri sonucunda Logoterapi ekolünü oluşturmuştur. İnsanın en zor koşullarda bile bir anlam bulabileceğini söyler. Ona göre insanın temel güdüsü mutluluk değil, anlam bulmaktır. Acı kaçınılmaz olsa da ona verilen anlam değişebilir. Üç temel yolla anlam bulunabileceğini söyler: Bir şey yaratarak, birini severek ve kaçınılmaz acıya krşı doğru tutumu benimseyerek.
Albert Camus ise insanın anlam arayışına karşın bu evrenin bu anlama kayıtsız olduğunu ve evrenin buna hiçbir nihai anlam sunmadığını söyler. Bu durum ise absürd olarak adalndırılır. Absürd, insan ve evren arasındaki bu çatışmadır. Yalnız bu duruma rağmen intaharı reddeder ve bunun yerine “ absürd başkaldırmayı” önerir. Yani anlam arayışından vazgeçmeden, hayatın anlamsız olduğunu kabul ederek devam etmek.
Peki, insan bir Sisifos olmayı nasıl kabullenecek? Hiçbir zaman o kayayı tepeye koyamayacağını bildiği halde durmaksızın kayayı oraya taşıyacak motivasyonu nasıl bulacak? Bunu kabullenmek Albert Camus’nün dediğini yapabilmek pek kolay değil. İnsan nasıl anlam arayışından vazgeçebilir? İnsan belki mutlu olmak isteğinden vazgeçebilir ve mutsuz olmamakla yetinebilir ama anlam arayışından vazgeçmez. Bu onu hedonist bir yaşama sürükler ve haz veren iyi, haz vermeyen kötüdür diye bir şey yoktur. Öyle hazlar var ki insanı öldürmez, içini ve dışını günbe günbegün eritir, ruhunu kurutur. Ama şu noktada Camus’ye katılıyorum: Güneş ışığının yüzüne vurduğu bir anın, bir dostla yapılan sohbetin ya da basit bir yürüyüşün mutluluk kaynağı olabileceği düşüncesi bence de doğrudur. Büyük beklentiler yerine küçük şeylerdeki ve ayrıntılardaki huzuru ve mutluluğu görme yetisine sahip olmamız gerekiyor. Bunu yapabilmek de bir anda olmuyor, bunun için kitaplar okuyabilir, terapiye başvurabilir, notlar alarak kendimizi yazıyla ifade edebilir, sosyal kurslara gidebilir, günlük yürüyüşler yapabilir, maneviyatımızı besleyebilir ve kendimize tatlı rutinler oluşturabilir ve en önemlisi bunları içimizde hissetmeyi çok istemeliyiz.
Ercan kesal bir röportajında şöyle der:
“ Ben bu dünyaya ölmek için geldim lafı kadar varoluş meselesini iyi açıklayan bir cümle olamaz. Ben bu dünyaya ölmek için geldim demek ki yaşamı hak etmeliyim, ölümü hak etmeliyim. Demek ki süreli bir şey var ve ben bunun içini iyi şeylerle doldurmalıyım.”
Bence de varoluş meselesini çok güzel anlatan bir bakış açısısıdır bu. Hepimiz dünyya yeteneklerle geliyoruz. Keşke hepimizin doğdumuz ailede bu yetilerimizi keşfedip, besleyecek eğitimlere yönlendiren anne babamız olsaydı çünkü bu yetenekler bizi hayata bağlayan, doyuran, Ercan Kesal’in dediği gibi bu sınırlı zamanı iyi şeylerle doldurabilme fırsatı edineceğimiz yetenklerdir. Keşke yeteneklerimizi keşfeden bir eğitim sistemimiz olsaydı ve bu eğitim sistemi yeteneklerimize yönelik bize eğitim verseydi yani kendimizi gerçekleştirmemize yardımcı olsaydı.
“ Ne çok acı var “ diyor ya şair, bu çeşit çeşit acının içinde yaşadığımız kırgınlıklar, depresyon dönemleri, yataktan bile kalkamadığımız zamanlar elbet olacaktır. Dr. Lois Tonkin, “ Yasa ve İyileşmeye Başka Bir Bakış “ makalesinde şöyle diyor: “ İnsanlar yasın zamanla azaldığına inanma ağilimindedirler. Gerçekte olan ise yasımızın etrafında büyüdüğümüzdür.”
Büyüyoruz, biz büyüdükçe yaramız içimizde küçülüyor. Kimisi Tanrı’ya tutunuyor, kimisi yol arkadaşına, kimisi evladına, kimisi annesine ya da babasına, kimisi kardeşine, kimisi dostuna, kimisi işine, kimisi kitaplara, kimisi sanatına, kimisi yazıya… Herkesin dünyasında merkeze koydukları vardır. Bir şekilde yaşam devam ediyor. Dünyadan gitmek seçeneğimiz de var ama intahar bir kurtuluş değil, zaten öleceğimiz bu dünyada hikayemizi yazmaya devam etmek, kendimizi keşfetmek, büyümek ve işe yarar şeyler yapıp öyle gitmek daha anlamlı olacaktır.
Rainer Maria Rilke der ki:
“Bir ağaç gibi dimdik duramazsan, bir çiçek gibi yeniden yeşermeyi dene.”
Bazen yüz yaş katar hayat insana. Bir ölümle, bir ayrılıkla, bir kaybedişle… İşte o anda bütün yaşlarını alıp yeniden başlamak gerekir. Tatlı rutinlerin yanına, yeni bir sen zaten eklenmiştir. Senin yapman gereken ilk önce bu yeni seni ve düzeni kabullenmek ve kendini sevmektir. İnsan kendisini ve yalnızlığını sevdiğinde kendisine karşı merhametli olmayı ve yanlış insanlarla boşa zaman kaybetmemeyi de öğreniyor. Bazen bir kediye duyduğumuz şefkatli kendimize vermeyi unutuyoruz, kendimize de hoyrat davranmayalım.
