Annelik ve Kadınlık
14 Kasım 2025, Cuma| Tweet |

İnsanlık Halleri - Sergül GÜLTEKİN
Elizabeth Badinter “ Kadınlık mı Annelik mi? “ kitabında şöyle diyor:
“ Kadınların büyük çoğunluğu için hiç durmadan ağırlaşan annelik görevleriyle tamamlanmalarının uzlaşması sorunlu bir alan olarak kalmıştır.”
Kadın; anne, aşçı, ütücü, çamaşırcı, psikolog, iletişimci, idare edici, temizlikçi… ve bunları oldukça uzatabiliriz. Maalesef bu konuların hepsi sadece kadının görevi gibi görülmekte. Kadın artık kadın bile değil sadece anne. Bu aşırı sorumlulukların kadın üstüne yıkılması iki şeyle son bulacaktır. Ekonomik ve kimlik bunalımı sorunlarının çözülmesi. Ekonomik bunalımı boşanma sonrasında daha çok hissedilir. Yıllarca kendisini evine, yuvasına ve çocuğuna adayan anne boşanınca ekonomik olarak bir başına , yapayalnız ve parasız kalabiliyor. Bu konuda kadının emeklerini koruyan bir sosyal yapının çok eksikleri var. Mesela verilen nafakalar çok düşük ve yetersiz. Kadın yıllarca annelikten başka bir şey yapmıyor, kendi uzman olduğu mesleği bırakıyor ve 40’lı yaşlarında çocuğu ile yalnız kalınca, o yaşta tek deneyimi yıllarca annelik olan birisinin de çalışma hayatına dönmesi hiç kolay olmuyor.
Kimlik bunalımı ise, evlilik içerisindeki aşırı sorumluluk ile başlıyor. Yetilerini bir kenara iten kadın kendisini sadece annelikte gerçekleştirme konusunda tatminsizlik hissediyor. Toplum da bir kadından bir taraftan kendisini evladına adamasını isterken bir taraftan da kariyer gibi birçok şeyi bir arada yapmasını istiyor. Sadece kariyer de değil, evin düzeni de dört dörtlük olmalı onlara göre. Kadının annelik dışındaki tüm kimlikleri yok sayılıyor. Mesela iş insanı, sanatçı, yazar, birey… Kadından beklenti neredeyse mükemmellik seviyesinde. Mesela çocuğu olan bir kadına iş hayatında daha farklı davranılabiliyor. Annelik, kadınların liderlik pozisyonlarına ulaşmasını zorlaştırıyor, iş verenler genellikle anneleri daha az esnek veya daha az odaklanmış olarak algılıyorlar.
Yani kadından istenen şu: mükemmel olmak. Kendini evladına adarken aynı zamanda diğer tüm alanlarda mükemmel olarak görevlerini yapmak. Bu bir erkekten istense de kişi yine kimlik bunalımına girecektir. Sadece kimlik bunalımı ile kalmayacak, maskeli depresyon ya da tükenmişlik sendromu, majör depresyon gibi ruhsal yorgunluğun isyanı, çığlığı olan birçok rahatsızlığa maruz kalacaktır.
Elif Doğan, “ Meğer Ben Feministmişim “ adlı kitabında, ki ben kitabı çok severek okudum, şöyle diyor: Erkek kardeşlerimden tek istediğim yakamızdan düşmeleridir.”
Evet, erkekler tarafından kadının taşıdığı bu ağır yükler oldukça hafife alınıyor. Erkeklere göre annelik kadına inen bir vahiy gibi. Çocuk karnımıza düştüğü anda ilahi bir güç her şeyi beynimize yüklüyor. Kadının anaç tarafı olmakla birlikte hiç de düşündükleri gibi bize anne olunca vahiy inmiyor. Tecrübesiz, bir başımıza her şeyi öğrenmeye çalışıyoruz. Maalesef tek başımıza olmamamız gerekirken ki Tanrı bile çocuğu kadın ve erkek olarak iki cinsten dünyaya getirmiştir, ortada bir vahiy varsa bu erkeğe de iniyordur.
Kendisini çocuğa adayan kadın, kendi kişisel bakımı, sosyal hayatı ile ilgilenemez oluyor. Daha sonra bakımsız ve asosyal damgası yiyip aldatılabiliyor. Erkek kendince buna masum bir gerekçe sunuyor: eşim beni ihmal ediyor. Halbuki desteğe ihtiyacı olan kadını yalnız bıraktığını, manevi olarak kadına doyum vermediğini, bebek ile yeterince ilgilenmediği gerçeği sonucunda kadının kırılganlığını ve yorgunluğunu çok iyi algılayabilir. Fakat bu bazı erkeklerin işine gelmiyor, kadının omzundaki yükü paylaşmak yerine başka bir kadının omzuna yaslanmayı tercih edebiliyor.
Yine Elisabeth Badinter, “ Kadınlık mı Annelik mi ? “ kitabında şöyle diyor:
“ 70’lerden önce, çocuk evliliğin doğal sonucuydu. Doğurabilen tüm kadınlar, çok fazla sorgulamaksızın çocuk yapıyordu. Üreme hem bir iç güdü, hem dini bir görev, hem de türün bekası için bir yükümlülüktü. Her “ normal “ kadının çocuk arzuladığı kabul ediliyordu. İşte son dönemde dergilerde rastlanabilecek, pek tartışılmayan bir ifade: “ çocuk arzusu evrenseldir. Bu arzu, sürüngen beynimizin derinliklerinden, varlık nedenimiz olan soyu devam ettirme içgüdüsünden doğar.” Fakat kadınların büyük bir çoğunluğunun doğum kontrol yöntemlerini kullanamaya başlamasıyla birlikte, anneliğe ilişkin çift değerlilik çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmış ve sürüngen beynimizden gelen güç biraz zayıflamış görünmektedir. Çocuk arzusu ne sabittir ne de evrenseldir. Kimileri çocuk ister, kimileri istemez. Kimileri ise aklından bile geçirmez. Seçme şansı doğduğundan beri, bu konuda farklı görüşler ortaya atılmaktadır ve artık içgüdüden ya da evrensel arzudan söz etmek mümkün değildir.”
Artık anne olmanın zorbalık derecesinde kadından istenmediği bir dönemdeyiz. Evlenmeyen kadınlar ya da evlenip çocuk istemeyen kadınlar ve erkekler eski dönemlerdeki gibi baskı görmüyorlar. Anneliğin bir biyolojik saati vardır deniyor, buna katılıyorum. Bunu kendi içimde yaşadım. Evliliğimin birinci yılı bittiğinde bütün hormonlarım, düşüncelerim ve duygularım bana “ anne ol “ diyordu. Ve oğlumun babasının da bu isteği onaylaması ile ikinci yılımda oğlumu kucağıma aldım. Onu çok istedim, onun dünyaya gelmesini, onun doğmasını öyle çok istedim ki ama anneliğin neredeyse ilk on yılında kendimi unutup, bir köşeye koymam gerektiğini bilmiyordum. On yıldan sonra da sorumluluk bitmiyor tabii ki ama ilk on yıl oldukça zordu. Yaşadığım tüm zorluklara rağmen, bugün iyi ki anne olmuşum diyorum. Gerçekten evlat duygusu tarifsiz ve koşulsuz bir sevgi ama herkes böyle hissetmeyebilir ya da istemeyebilir. Bu kişinin kendi duygu ve düşünce dünyasına özgü bir seçim.
Kadınlık ve annelik birbiri ile bazen çatışsa da aslında ortak bir noktada buluşabilir. İkisi de dengeli bir şekilde yaşanabilir. İlk yıllar bu pek kolay olmasa da kadın farkındalığını arttırarak, bu konuda biraz kafa yorarak bu sorunu ve çatışmayı en azından kendi iç dünyasında çözebilir. İnsan, çocuğu olsa da sevdiği uğraşlardan, mümkünse sevdiği işinden kopmamalı. Sosyal çevresini ve iletişimde olmayı sevdiği kişilerle bağlarını koparmamalı tersine bu dönemde daha da güçlendirmeli. Biliyorum bunu yapmak, yazmak kadar kolay değil mutlaka babanın ve aile yakınlarının kadına desteği çok önemli. Çok sevdiğim bir söz ile yazımı bitirmek istiyorum:
“ Bu dünyada kadın olmak, başlı başına bir devrimdir.”
