RADYO
13 Şubat 2020, PerşembeTweet |
Cevat YILDIRIM
Sizler, elbet okuyan, düşünen, yorumlayan birer varlıksınız. Ancak bir köye radyonun nasıl geldiğini duymamış, okumamış olabilirsiniz. 1952 yılına kadar Aliağa’da karakol olsa da belediye yoktu. Ya köylerde radyo var mıydı? 1950 yılında Demokrat Parti iktidar olduğunda Kore’ye asker gönderdi. Aliağa içinden ilk yıllarda Kore’ye giden asker yoktu. Yakın ve uzak köylerden gemi ile Doğu Asya’ya giderek, Amerikan askeri yanında savaşan Mehmetçiklerimiz oldu. Halkımız Kore Savaşındaki başarılarımız ve şehitlerimiz hakkında bilgi almak istiyordu. İşte o yılsonunda bizim köyün kahvehanesine bir radyo alındı. Savaş gören dedeler susun ajans dinleyeceğiz diyerek herkesi sustururdu.
İlk öğretmenlik yaptığım yer Konya’nın bir köyü idi. Köyde Alâaddin Çavuş adı verilen biri vardı. Ona herkes Alâaddin amca derdi. Bana, radyoyu kim buldu öğretmen bey diye sorunca hemen İtalyan Marconi diye cevapladım. Adım bilgili öğretmene çıktı. Radyoyu gerçekten Marconi bulmuştu. Fakat ondan çok önce İngiliz bilim insanı James Maxwel’in radyo dalgalarının yayılma teorisini ortaya koydu. Alman fizikçi Heinrich Hertzin ise bu bilgiyi tekniğe uygulamayı başardı. Marconi ise 1895 yılında 2,4 kilometrelik mesafede radyo sinyallerini iletmeyi deneyip gösterdi. 1914-1918 yılları arasında askerler radyo sinyallerinden yararlandı. Türkiye’de ilk radyo yayını 6 Mayıs 1927 yılında yapıldı. Ankara’da 1928 yılında radyo yayını yapıldığı belgelerde vardır. 1949 yılında İstanbul’da yeniden İstanbul Radyosu hizmet vermeye başladı. İzmir’de ise 1951 yılında Kültürpark’ta deneme yayını yapan radyo fuarın açık olduğu sürede sisteme katılıp yayın yaptı.
Acaba benim doğduğum köyde radyo var mıydı? Babamla iki yaşımdan itibaren okula gidiyordum. Beş yaşımda okuma yazmayı sökmüştüm. Yıl 1951’di. Altı yaş içindeyim. Köyde koyunu çok olan ve ayrıca bir de taksisi olan Hüsnü Ağa diye varlıklı bir kişi vardı. Onun küçük kızı babamın öğrencisiydi. Babamla avluda oturduğumuz bir sırada o kız babasının eğitmen babamı evlerine davet ettiğini söyledi. Kız giderken bana da işaret ederek oynamak için gelmemi istedi. Bir saat sonra Hüsnü Karadayı’nın köyün güney yönünde bulunan evine gittik. Ağa ikinci kattaki büyük odada oturuyordu. Aylardan Nisandı. Belli hoş-beş seremonisinden sonra Ağa kızına büyük karton kutuyu getirmesini söyledi. Öğrenci kız zorlanarak da olsa büyük kutuyu babamın önüne getirdi. Babam cebindeki aşı çakısıyla kutuyu açtı. İçinden küçük sandık şeklinde bir cisim çıkardı. Yanında küçük meşrubat şişesi büyüklüğünde bir karton kutu ile bir dosya kâğıdının örteceği büyüklükte dikdörtgen prizması şeklinde bir kutu daha çıkardı. Sandık şeklinde olan kutunun radyo olduğunu o anda babamdan öğrendim. Dikdörtgen prizması şeklindeki kutu katot, şişe gibi olan da anot adında pil olduğunu söyledi. Büyük karton kutunun içinden kablolar teller çıkmıştı. Babam pillerin uygun kısmına telleri bağladı. Uçlarındaki fişleri radyoya taktı. Ayrıca uzunca bir sopa istedi. Çıkarılan tellerden birinin ucunu radyoya, diğer ucunu sopanın uç kısmına bağlayıp onu pencerenin dış kısmına takıp, rüzgârdan etkilenmemesi için sağlamlaştırdı.
Radyo adı verilen küçük sandığı masanın üzerine koydu. Önündeki düğmelerden birini çevirdi. Önce cızırtılı bir ses çıktı. Babam diğer düğmeyi çevirdiğinde düğmeye bağlı ibre bir yerde durdu. Radyonun içinden çok hoş bir kadın sesi yükselip evin içine yayıldı. Babam:
-Bak Hüsnü Ağa bu kadının sesi Ankara’dan geliyor. Hüsnü Ağa radyonun yanına geldi. Eğildi içine baktı. Evirdi, çevirdi. Tekrar dinledi. Sonra babama hitaben:
-Hoca bunun içinde cin mi, şeytan mı var. Bu ses Ankara’dan nasıl gelir?
Babam radyo dalgalarının havaya nasıl yayıldığını, sonra alıcı olan radyoya nasıl bağlandığını ağaya uzunca biçimde anlattı. Hatta Hüsnü Ağa’ya bir gün bu şarkı söyleyeni göreceğiz dedi. Sanırım televizyonu anlatmak istiyordu. Köyde radyonun çalışma sistemini anlamayan bazı ihtiyarlar ona gâvur icadı dese de haberlerde başından ayrılmazlardı. Benim köyüme 1972 yılında televizyon girdi. Yakın köylerden bazılarında aynı günlerde televizyon kullananlar oldu. Babamın ömrü televizyon yayınlarını görmeye yetmedi. Zira 1966 yılında erken yaşta öbür dünyaya gitti. Allah rahmet eylesin. O günlerde köyde radyonun pillerini bağlamayı bilen yoktu. Günümüzde her türlü aleti kullanabilen insanlar yetişti. Yalnız Güzelhisar’da değil çevrede her meslekten insanlar okuyup belirli mevkilere ulaştı.
Bize gelince çok öğrenci yetiştirdik. Avukat, hâkim, öğretmen, doktor ve mühendis öğrencilerimiz var. Fakat Türk Milletinden özür diliyorum. Bilimsel düşünceyi geliştiremedik. Elli yıl önce radyoda şarkı programı çıktığında, ona Hıristiyan malı diyen, olumsuzlukları da hep kadere bağlayan cahil köy imamları vardı. Günümüzde de elli yıl öncekiler gibi hareket edenler hala varsa; Ben ve meslektaşlarım aydınlığı uzak köşelere sanırım taşıyamadık. Usa vurma yönünde bir adım ileri gidememişiz demektir. Fakat olaylar hakkında bilimsel düşünme yoluyla hareket eden gençler elbet gelecektir. Ben görmesem de bu millet Atatürk’ün istediği çağdaşlığa er-geç ulaşacaktır.
Bugün radyo günüdür. Yarın sevgi günü, “sevgililer günü” olduğunu yayınlardan duyuyorum. Sevginiz hiç eksilmesin yüreğinizden. “Sevgi ve sevgililer gününüz” kutlu olsun.